24 Temmuz 2013 Çarşamba

PEYGAMBERİMİZİN HAYAT GAYESİ


ÖNSÖZ
           
İnsanın  anlaşılması  ve  hemcinsleriyle   ilişkileri,  kendini, Yaratıcı’nın  sorumlu  bir  kulu   olarak  tanıyan  her  akıl  sahibinin  gündeminde  bulunmuştur.
“ Kendini  tanıyan, Yaratıcı’sını da tanır”, ifadesi  ancak  insanoğlunun  hayat   süreci  içerisinde  bir  anlam   kazanabilir.Rabbimiz,  dünya   sahasına  gönderdiği   insana   kabiliyetlerle  beraber  görevler  de  yüklemiştir. Ayağa   kalkmayı  bile  sonradan   öğrenmek  zorunda  olan  insan,  kabiliyet  ve   görevleri  aynı  olan  diğer  insanlarla  da  beraber yaşamak  zorundadır.
            Allah  tarafından  insana  yüklenen   sorumluluklar, indirildiği  günden   bu  güne  kadar   tüm  insanlara  hidayet  kaynağı   olması  ve  ahlakî  öğretiler   sunması  ile  yol göstermeye  devam  eden  Kur’ân’da bulunmaktadır.Yüzyıllardır  bir  çok  insanın  ruh  dünyasını  düzenlemiş, olumsuz  davranışlarını  terbiye etmiş olan  bu   kitap  elbette    fonksiyonunu  dünya  durdukça   sürdürecektir. Kur’ân’ın  değer   verdiği   erdemli   insanın  davranışlarından  biri  olan   affedici   olmanın  nasıl  ve  niçin  olduğunu  çalışma  konusu  olarak  seçmemiz  de   Kur’ân’ın   ahlakî  öğretilerinin  anlaşılması  hedefiyle  alakalıdır.             
            Çalışmamız, insan  davranışlarından  biri  ve  en önemlisi  olan  af  olğusunu  irdeleyerek, manevi  dünyamızın  güzel  medeniyetlerinden  af  medeniyeti’ ni   kurabilme çabasındaki  çalışmalara  bir  başlangıçtır. Bu çalışma, eksikliklerine  rağmen, samimi  ve  affa  en  çok  muhtaç  bir ruhun  ürünüdür.Bu  ulvî   çalışmaya  bizi  yönlendiren,  her  türlü  fikir  ve  görüşleriyle   yardımcı  olan  saygıdeğer  hocalarımdan   danışman  hocam  Yrd. Doç.Dr. Hasan  KESKİN  bey’e, yine   değerli   hocalarım  Doç.Dr. Ali  AKPINAR, Doç. Dr. Talip ÖZDEŞ  bey’lere  katkılarından  dolayı,çalışmamızı  hazırlarken  muhteva  ve disiplininden  yararlandığımız     Kur’an-ı Kerimde  Din  Kavramı  adlı  doktora  tezinin  sahibi  Yrd.Doç.Dr. İsmail  ÇALIŞKAN   bey’e ve  bilgisayar  ortamında   teknik  olarak   yardımlarından  dolayı   kıymetli  oğlum  Abdullah  Halis  ŞAHİN’e  de   en  içten  teşekkürlerimi  sunmayı  bir  borç  biliriz.
            Başarı  mutlaka  Allah’tandır. 
                          
                                                                                                    Tarık   ŞAHİN

Sivas Temmuz- 2001                                                                                                     




PEYGAMBERİMİZİN  HAYAT  GAYESİ
Peygamberimiz  Hz.Muhammed  ( s.a.v.)  insanlar  içinden  seçilmiş,  inanlara  karşı     çok  şefkatli  ve merhametli   bir  Peygamberdir. [1]
 Ahlak  ve   insanların  huyları  söz  konusu  olduğunda   hiç  bir   kimsenin  itiraz  etmeden  en  üstün   ahlak  üzere   olduğunda     şüphesi   olmayan  ender  insanlardan  birisi     Hz. Muhammed’tir.Bütün insanlara   rahmet olarak  gönderilen  Allah’ın  son Peygamberi   Hz.Muhammed  (s.a.v.) efendimizin   hayat  gayesini    öz  bir  şekilde  şöylece ifade  edebiliriz:
Peygamberimiz  Hz.Muhammed  İlahi Tebliğe  başladığı   ilk  günden  itibaren   bütün insanlığa hitap  ediyor  ve  ırk, sınıf  farkı  tanımadan   bütün  insanların    mutlak  eşitliğini, ancak   Allah’tan  gereği   gibi  sakınanların  üstün  olabileceği   fikrini    anlatmaya  gayret ediyordu.
Dünyada    yaşayan   insanlar   içerisinde  “ Mutlak  Kötü  İnsan”   veya  “ Mutlak  İyi   İnsan ” çok nadir  olarak  karşılaşılan   kimselerdir.Çoğunluk  itibariyle  insanlar “Vasat  İnsan ”   olarak  bilinmektedirler. İşte  Hz.Muhammed,  kendisini  hiç  bir  zaman  “Melek ”    tabiatlı  insanlarla sınırlandırmamış,  aksine  insanların büyük çoğunluğunu oluşturan    ortalama  insan  topluluğuna  hitap etmiştir. 
İnsanlar   arasında  ve İnsanlık  tarihinde   kendi  alanlarında   büyük  işler  başarmış  ve büyüklükler  yapmış  hükümdarlar, fatihler    ve  veliler  olmuştur. Fakat  Peygamberimiz  bütün  üstün  vasıfları  kendisinde  toplayan  tek insandır.
İslam  dinini  öğreticisi, tebliğ  edicisi, Allah’ın  sevgili  bir  kulu  ve  kendisine  vahy edilenleri  yaşayan, gerçekleştiren  bir kimse  olarak    baktığımızda O’nun  hayatının  kusursuz  ve tam  bir masumiyet içinde  olduğun  görmekteyiz. Allah  Resulü  kendisini   emrettiği  ve yapılmasını  istediği  hiç  bir şeyin  üstünde  görmemiş, aksine  ashabıyla  birlikte  namaz  kılmış, oruç  tutmuş ve  sadaka  ve zekat  vermişti. Harp  zamanlarında  olsun, barış  zamanlarında  olsun   düşmanlarına  ve   herkese  karşı  merhametli  davranmıştır.
İnsanlık tarihinin  gördüğü  ve göreceği  en  mükemmel insan olan  Hz.Muhammed  Efendimiz, insan  hayatının  bütün  yönleriyle  ilgilenmişti. O, inanışlar, ruhi-manevi alan, ahlak, iktisat, siyaset, yani  ister  ferdi, isterse  toplumu  ilgilendiren   her alanda    kurallar  getirmiş, bütün  bunların ötesinde   kendi  şahsında en  güzel  örnekleri  bizlere        bırakmıştır. [2]       


HZ.MUHAMMED’İN   AFFEDİCİLİK  ÖZELLİĞİ

Peygamberler  dünya  kurulduğundan  beri   maddi ve manevi  anlamda   insanların  ellerinden  tutan  ve  insanlara   yol gösteren  rehberlerdir. İnsan  oldukları  için  ve  insanlarla  beraber  yaşadıkları için  her  türlü  sosyal  faaliyetin  içinde  olmaları da   en  doğal   yönleridir. Allah, Peygamberleri  seçerek  onları  çok  ağır  ve  önemli   sorumluluklar ile  görevlendirmiştir. Çünkü  Peygamberler  inanç ve   ahlak  açısından  bozulmuş  toplumları  Allah’tan başka  ilaha  tapınmamaya ve  ahlakî  çirkinliklerini  terk ederek    iyi  insan  olmayı  öğütlemişlerdir.
İnsanlara, Peygamberleri  ve  Peygamberlerin  öğütlediklerini  en  güzel  şekilde   ve  en  sade  şekilde  Kur’ân  şöyle anlatmaktadır:
 Ey  cin  ve  insan  topluluğu, içinizden  size  ayetlerimi  nakleden  ve ( kıyamette ) bugününüze  kavuşmak hususunda  sizi  uyaran  peygamberler  gelmedi mi? ”[3]   
“ Ey  Âdemoğulları, içinizden  size  ayetlerimi  anlatan bir peygamber  gelince, kim   Allah’ın  emrine  uyar, karşı  davranışlardan sakınır  ve  kendini düzeltirse  onlara  hiçbir korku  yoktur ve  onlar  üzülmeyecektir.” [4]
“ Andolsun biz  her  ümmete  ‘ Allah’a  kulluk  edin  ve tağuttan  sakının diye  bir  peygamber gönderdik. Onlardan  kimine  Allah hidayet  etti, onlardan  kiminin   üzerine  de  sapıklık  hak  oldu.işte  yeryüzünde gezin de  yalanlayanların sonu  nasıl oldu  bakın ! ”[5]
“ Resulleri  de   onlara  dediler ki: biz de  sizin  gibi  bir  insandan başka  değiliz.Fakat Allah  kullarından  dilediğine  nimeti  lûtfeder. Allah’ın  izni  olmadan  bizim, size  bir  delil  getirmemize  imkan yoktur.inananlar  ancak Allah’a  güvenip dayansınlar.[6]
İlahi  mesaj  içerisinde  Peygamberlerin  gönderilmesi  ve   sorumlulukları ile  ilgili  bir çok  ayet  bulunmaktadır.Sayılarını  tam  olarak  bilemediğimiz  Peygamberlerin  sonuncusu  [7]Hz. Muhammed (s.a.v.) ‘dir. Peygamberimiz  de  kendisinden önce  seçilen  diğer  Peygamberler  gibi  olmakla  beraber, kıyamete  kadar  gelecek  olan  tüm insanlar [8] için  gönderilmiştir. Ayrıca  Peygamber  efendimiz  âlemlere  rahmet  [9] bizler  gibi  bir  insan  [10]  tebliğ  görevini  tastamam  yerine  getiren [11] tebliği  için  ücret  istemeyen [12]  ve en  üstün  ahlâka   sahip  olan  [13]  Allah’ın  elçisidir.
İslam  dini  Mekke  şehrinin    ufuklarını   nurlandırmaya  başladığı  andan  itibaren  Tevhid’ten    uzak  bir şekilde  yaşayan  insanların   İslam  dinine  davet  edilmesi  sürecinde  öncelikle  nefislerinde  köklü bir  değişim  gerçekleştirmeleri   sorunu  bulunmaktaydı.
 Çünkü  onlar  çeşitli  etkenler  yüzünden  yaratıcı  ile  kendileri  arasına  bir  takım  aracılar  koymuşlardı. Kur’an  indiği   o  dönemde  o  coğrafyada  yaşayan  müşrikler, Yahudiler  ve  Hırıstiyanlar   arasında  zorunlu  varlık  olarak,  yalnız  Allah’ı  kabul  etmek,  gökleri, yeri  ve  onlardaki  bütün cevherleri, yalnız  Allah’ın  yarattığını  ikrar  etmek  konusunda   bir ihtilaf yoktu. Fakat  göklerin  ve yerin  ve  bunların  arasında  bulunan  her  şeyin  idaresinin  yalnız  Allah’a ait  olduğunu  kabul  etmek  ve  ibadeti,  sırf  Allah’a  hasretmek  konularında  hakikatten ayrılıyorlardı.[14]
İnsanın  yaratılışı  kadar  eski  ve insanın  fıtratına  aykırı  olan  bu  durumun  ortadan  kaldırılması  ise  insan  olan  ve insanlar  içinden  seçilen  Peygamberler [15] aracılığı ile    olmuştur. Başta  Peygamberimiz  Hz. Muhammed (s.a.v.) olmak  üzere  diğer  tüm  isimleri  Kur’an’da  zikredilen ve  kıssaları  anlatılan  Peygamberler[16]  şirk  inancını  kaldırıp   yerine  Tevhid  inancını  yerleştirmek  için  affedici  olmuşlardır. Öyle ki  Onların bu  hasletleri  diğer  hiçbir  insanda  mevcut  olmamıştır. Çünkü  şirk,  zülüm  olarak  vasıflandırılmakta[17]  ve  tüm haksızlıkların   kaynağı [18] olarak  bilinmektedir. Zülüm  ve   haksızlıkların  tek  kaynağı  olması  dolayısıyla  da  Kur’an  mesajını  anlatmaya  başladığında    şirk’i  tamamen  temizleme  hedefiyle  ortaya çıkmıştır. Şirk  inancına  sahip    olunan  bir  toplumda   sosyal  ilişkiler  ve  kişilik  belirtileri  sağlıksız   olmakta  ve   kuvvetli  olanlar   zayıfları  ezmekte  olması   kaçınılmaz  bir  vakıa  olarak  belirginleşmektedir.
Nitekim   İslam’ı  kabullenmeye  yanaşmayan  hatta  kaba  kuvvet  kullanarak  varlığına  bile  tahammül  edemeyen, her  türlü  uyarmaya  ve  kendilerine  tanıtılan  Allah’a  inanmayı  reddeden müşrikler bu  tavırlarının   doğru   olduğunu  da  söylemekten  geri  durmuyorlardı  ve  Kur’an’ın  ifadesiyle :
 “ Hayır !  sadece  biz  babalarımızı  bir  din  üzere  bulduk, biz de  onların  izinde  gidiyoruz  derler. Senden   önce  de  hangi  memlekete  uyarıcı  göndermişsek  mutlaka  onların  varlıklıları : Babalarımızı  bir  din  üzere  bulduk. Biz  de  onların  izlerine  uyarız, derlerdi. [19] mazeretini  ileri  sürüyorlardı.
Biz  bu  kitapçıkta  insan  olmasıyla  bizlere örnek  olan  Hz.Muhammed ( s.a.v.)’in  Kur’ân’da  belirtilen  affedici  olma  ahlâkından  söz  edeceğimiz  için diğer  ahlaki  vasıflarını  bildiren ayet  numaralarını  dipnotta  vererek  konuya girmeyi  uygun  bulduk. Peygamberimizin,  Allah’ın   affedicilik  özelliğini  kendi  hayatında  yaşaması  bizlere   affın  sosyal  boyutunu  öğretmektedir.Kur’ân’ın  hem  tebliğ edicisi  hem  de  tebyin,[20] yani  etrafında  bulunan  insanlara  önce  bizzat  kendisinde  uygulayarak    yaşayan   kişi  olan  Peygamberimiz   ruh  terbiyemiz   için gerekli  olan  esasları  tanıtmaktadır. Kim  Allah’ı  en  iyi  şekilde  tanımak  ve Allah’ın  kendisi için neler  emrettiğini  öğrenmek  isterse  muhakkak  ki  Allah’ın  son  Peygamberi  ve   Allah’ın  tüm  buyruklarını  yaşayışında  tatbik  ederek  örnek  olan  Peygamberini  tanımak  zorundadır. Örnek  davranışları  teker  teker   Kur’ân’da   bildirilen  Hz.Muhammed’in    örnek  davranışlarını  sergilerken  beslendiği  tek  kaynak  son  kitap  Kur’ân’dı. Allah  Kur’ân’ında    kendisine  ait  özellikleri  sıralamakta  ve   Resul’ününde  belirtilen  ahlak  ile  ahlaklandığını   belirtmektedir.
Andolsun  ki, Resûlullah, sizin  için  Allah’a  ve  ahiret  gününe  kavuşmayı  umanlar  ve  Allah’ı  çok  zikredenler  için  güzel  bir  örnektir.”[21]
“ Ve  sen  elbette  yüce  bir  ahlak  üzeresin. [22]
Şurası  muhakkak  ki, Peygamberimiz  üstün  ahlakı  ile her davranışıyla  bilinmeye ve  tanınmaya en  çok  layık  olan insandır. Zaten   Peygamberimizin ahlakını  inceleyen  ve  anlatan bir çok  eser  de verilmiştir  ve  verilmeye  de  devam  edecektir. Çünkü  dünya yaşlandıkça  Hz:Muhammed (s.a.v)  gençleşmektedir. Manevi  tarafıyla  hep  yaşamış  olan Hz.Muhammed’in affedicilik  özelliğini  Kur’ân’da  tüm  boyutlarıyla   belirtilmektedir.
Allah’ın  Resulü  kötülüğe karşı  kötülükle  karşılık  vermez, Allah’ın  ahlak  ile  ahlaklanmış  insanların  en  mükemmeli  olması  itibariyle   bağışlamayı  ve affetmeyi  tercih  ederdi. Eğer  daha  göze  çarpıcı  olması  bakımından Peygamberimizin  hayatında  köşe  taşları  olan  affedicilik  özelliğini  görmek  gerekirse    şöyle  bir tablo ile karşılaşırız:
  Doğduğu, büyüdüğü,yetiştiği   ve  çok  sevdiği Mekke’de   kendi kabilesi  Kureyş’liler   onu  azarladılar, alay  ettiler, küçük  gördüler, sataştılar, saldırdılar  ve  sövdüler. Hatta   sevdiği   memleketi  Mekke’den  Medine’ye  göç ettiğinde  onu  öldürmeye  çalıştılar. Ona karşı meydan  savaşları  açtılar  ve  suikastlar  düzenlediler. Fakat   10.000. kişilik  orduyla  Mekke’ye  feth  ederek  girdiğinde  hiç kimseden  intikam  almadı ve  herkesi  affetti. Yine  bir çok  savaşta  yer alan  meşhur  Ebû  Süfyan’ı ve evine  sığınanları  da  affetmiştir.
İslam  dinini  anlatmak üzere  Mekke  yakınlarında ki  Taif  beldesini  ziyaret  ettiğinde   kendisini  taşlatan   o  beldenin  ileri  gelenlerini  de  affetmiştir.
Hayatı  boyunca  İslam  dinin  karşı çalışan, Peygamberimizin  itibarını  düşürmek  için  her  fırsatı  değerlendiren, Uhud savaşında   300  taraftarını  geri  çekerek  Müslümanların bel  kemiğini  kıran, Resulullahın   hanımı  Hz.Aişe  hakkında  iftira  atarak  “ ifk ”  olayını  çıkaran (  24 Nûr 11 ), fitne  ve Allah’ın  Resulüne  zarar   vermek amacıyla   Mescidi    Dirar’ı  yaptıran  ( 9 Tevbe  107 ), Mekke  müşriklerini  Müslümanlara   karşı  kışkırtan  ve  akla  gelmedik  entrikalar  çeviren  Medine’li münafıkların  lideri  Abdullah  b.Ubey’i   de  Allah  Resulü affetmiştir.
Medine’de  yaşayan  Yahudiler  sürekli  Müslümanlara karşı  saldırgan  davranışlar  içinde  olmalarına  rağmen,Peygamberimiz  onları affetmiş  ve   onlara  nazik  davranmıştır.
Uhud  savaşında   Peygamberimzin  öz  amcası Hamza’yı çok hunhar  bir  şekilde  şehit  eden  Habeş’li  Vahşi  Mekke’nin  fethinden  sonra  İslam’a girmiş ve Peygamberimiz  onu da affetmiştir. Aynı  savaşta   Ebû Süfyan’ın  karısı  Hind, Hz. Hamza’nın  göğsünü  yararak ciğer  ve  kalbini  parçalamış, sonra  da İslam’a girmişti. Peygamberimiz  onu  da affetmişti. Yine  bu  savaşta  peygamberimizin  dört  dişi  kırılmış, baş  ve yüzünden  de  yaralanmıştı. Kendisine beddua etmesi  teklifleri  yapılınca, Peygamberimiz  yine  affetmeyi  tercih  etmişti.
İslam  dininin  azılı  düşmanlarından  Ebû   Cehil’in  oğlu İkrime’yi de  Peygamberimiz  affettti.
Habir  b. Esved  de  İslam’ın   ve Resullullahın  azılı  düşmanlarından  biriydi. Peygamberimizin  kızlarından  olan  Zeynep (r.a.)  Medine’ye  hicret  ederken  hamile  olduğu  halde  devesinden  kasten  aşağıya  atmıştı. Zeynep  yaralanmış  ve çocuğunu  düşürmüştü. Buna  rağmen Mekke’nin  fethinden  sonra  Resulullah’a  geldi ve  Peygamberimiz  de  onu  affetti.
Hudeybiye  antlaşmasının   yürürlükte  olduğu  dönemde  Ten’im  dağından  Peygamberimizi öldürmek  maksadıyla inen sekiz  kişilik  grubu  da  affetmişti.
Hayberde   Yahudi  bir  kadın  Peygamberimizi  zehirli  et  ile  öldürmek  istemiş, fakat  bunu  başaramamıştı. Resulullah  bu kadını  da  affetti. [23]
Allah  Resulünün  affedicilik  özelliğinden  bazı  bölümleri   özet  bir  şekilde  buraya  alırken,  amacımız  Peygamberimizin   üstün  ahlakının  tüm yönlerini  irdelemek  değildir. Çünkü  bu  araştırmanın   hem  boyutları  hem  de   hedefi açısından  buna imkan bulunmamaktadır. Ancak  Peygamberimizin   Kur’ân’ın   canlı  örneği olması, doğruluk  ve  affedicilikte  eşi  görülmemiş  bir özelliğe  sahip  olması  bu  maddeleri  sıralamayı   gerekli  kıldı. Peygamberimiz  affı  nasıl  gerçekleştirmiş  ve    nasıl  bizlere  pratiğini  göstermiş  sorusunu  da Kur’ânda   bizzat Allah’ın  Peygamberimize  bununla  ilgili  tavsiyelerinden   öğrenmekteyiz.

HZ.MUHAMMED’İN  UHUD  SAVAŞINDA  MÜSLÜMÜNLARI  AFFETMESİ

Kendi  şahsında  en  güzel  örnekler  bırakarak   bizlere   yaşanabilir  bir  dünyanın   ve kardeşçe  yaşamanın   da  yollarını   gösteren  Allah Resulü’nün  iman  edenlere  karşı davranışı  ayrı  bir  inceleme  alanını oluşturmaktadır. O,  şirk  karanlığından   kurtulup   Tevhid’in  aydınlığına  kavuşan Müminlere  karşı  her  durum  ve   şartta   affeden  bir  davranışla   muamele  ediyordu. Çünkü  O’nun  yaratılışı  buna uygundu  ve   böyle  yapması gerekiyordu.
( Ey Resulüm !) Allah’tan  bir  rahmet  sebebiyle onlara  yumuşak  davrandın. Eğer  kaba  ve   katı yürekli  olsaydın, elbette  onlar  etrafından   dağılıp   giderlerdi. Artık  onları  affet,onlar  için  mağfiret   dile  ve işleri  hususunda onlara  danış, fakat karar  verdiğin  zaman, artık Allah’a güvenip  dayan. Şüphesiz Allah kendisine  güvenip dayananları  sever.  [24] 
Uhud  savaşı  ve  bu  savaşta  olup  bitenleri   anlatan  bu  ayeti   kerime   af   ve   rahmet   Peygamberi  olan  Hz. Muhammed’in   farklı  bir  yönünü  daha ortaya çıkarmış  olmaktadır. Allah’tan    bir  rahmet  sebebiyle,   rahmet   Peygamberi   olduğunu  tüm  tavır  ve   davranışlarıyla  ispat eden  Hz.Muhammed  (s.a.v )’in  Mü’minlere   karşı  merhameti, dolayısıyla  da kendisine  karşı  yapılan  itaatsizliğe  rağmen  Müminleri  affetmesi, Peygamberin  affı  husususun  incelenmeye  değer  bir  yönüdür.
Allah, Müminlerin   Mekke  müşrikleriyle  giriştikleri  Uhud    muharebesinde    Allah’ın  inananlarla  beraber olduğu (8 Enfal 19 )   gerçeğini  ilk  anlarda   galip  olarak   yaşadıklarını , fakat savaşın ilerleyen  saatlerinde   ganimet   sevgisi   ile   Peygamberin verdiği  emir  konusunda  gevşeklik   gösterdiklerini, bunun  üzerine  Allah’ın  Peygamberi  de  dahil  olmak  üzere  birçok  Müslüman’ın   yaralandığı  veya şehit  olduğunu,  bir kısım  insanların  ise şeytanını  vesvesesi  ile  harp  meydanını   terk  ettiklerini   haber vermektedir.[25]              
Bütün  bu  olanlardan  sonra, Müminlerin  zaferi ile  başlayan  Uhud  savaşı   yenilgiye  benzeyen   bir  hale  dönüşmüştü. Müslümanlar  dağılmışlar  ve   müşrikler  Peygamberimizin  yanına  kadar sokulmuşlardı.  Peygamberimizin  hayatına  son vermek    için and  içen  müşriklerden  Utbe b. Ebî  Vakkas’ın  attığı  taşlar, Peygamberimizin  yüzüne  isabet  etti. Alt  dudağı  yaralandı. Alt   çenesinin  sağ  yanında  ki kesici  dişi  kırıldı. İbn-i Şihap  da, Peygamberimizin  yüzüne taş vurmuştu. [26]
Müşriklerden  bir  çok  eziyet  gören  Allah’ın  Resulü, Müminlerin  de  zaafıyla  karşı  karşıya  kalmıştı. Ancak   O, kendisine  vahy  edileni   bildirmekle  görevli  bir  Peygamberdi. Bunu  için Müminlere   yumuşak  davranmak, kaba  ve  katı yürekli   olmaktan  uzak  olmak  zorundaydı.Böyle davranmaz  ise, onların   etrafından   dağılıp  gitmeleri  söz  konusu  olabilirdi. 
Kendisine  emanet  edilen ümmetine  göz  bebeği   gibi   özen gösteren   Hz.Peygamber  Efendimiz’in  dualarından  birisini  nakledersek, O’nun  nasıl   bir ahlaka  sahip  olduğunu  anlamakla  beraber,ümmetine  olan  düşkünlüğünü  ve  ümmeti   hakkındaki  dilediğini de  öğrenmiş   olabiliriz.
İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (Hz.  İbrahim'in duası olan): "Ey Rabbim  şüphesiz ki  o  putlar  insanlardan  pek çoğunu saptırmaya  sebe‏btir. Kim bana uyarsa muhakkak ki o bendendir. Kim de emirlerime karşı gelirse, şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin"(14 İbrahim 36) mealindeki ayeti ile, Hz.İsa'nın duası olan: " Eger onlara azab edersen onlar senin kullarındır. Eger  onları bağışlarsan, elbette sen dilediğini  yapmaya kadirsin ve sen her‏şeyi hikmetle yaparsın"           (5  Maide 113) mealindeki ayeti tilavet buyurdu ve ellerini kaldırdı,şöyle  yalvardı: "Allahım! Ümmetimi (magfiret et), ümmetimi (magfiret  et!)" ve   ağladı. Allah Teâla Hazretleri: "Ey Cibril, Muhammed'e git! dedi. -Rabbin bildiği halde- niye  ağladığını  sor!" diye emretti. Cebrail aleyhisselam, O'na gelip niye  ağladığını  sordu. (Rabb Teâla'ya dِönüp Muhammed'in) ne söylediği  -O çok iyi bildiği  halde- haber verdi. Bunun üzerine Allah Teâla Hazretleri: "Ey Cebrail! Muhammed'e git ve ona sِöyle ki: "Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz, asla kederlendirmeyeğiz" [27] 
Peygamberin  duası  yerde  kalmayacağına   göre, rahmet  eseri  olarak  Peygamberimize  üstün  ahlak  özelliklerinden  olan  şefkat  ve  merhametin   verilmesi  ve  Peygamberin  yumuşak  huylu  kılınması  gibi ahlakî  üstünlükler  ortaya  çıkmaktadır.
 Bunlar, Peygamberin ahlakıdır  ki; Kur’ân’da  bildirilen  şu  ayet  bunu desteklemektedir. “  Andolsun  size  kendinizden  öyle  bir Peygamber geldi  ki, sıkıntıya uğramanız  O’na  çok  ağır  gelir. Size  çok  düşkün, Müminlere  çok  şefkatli, çok  merhametlidir.( 9  Tevbe 128 ) Peygamberimizin, Onları  affeden, onların  hakkında  yaptıkları  hatalar yüzünden  dolayı  istiğfarda  bulunan ve  işlerinde daima  onlarla   istişare  eden  bir  Peygamber  olduğu  vurgulanırken,  Bedir’de, Uhud’da  ve  Hendek  savaşlarında hep  Müslümanlarla  danıştığı  ve  hiçbir  zaman   iman edenlere   kaba  ve katı  davranmadığı    anlatılmak  isteniyordu. Öyle  ki; Peygamberimizin  Müminlere  karşı   şefkatli  ve merhametli  olduğunun   bildirildiği  ayette, Allah’ın  iki   sıfatı  olan  şefkat  ve merhamet   zikredilmektedir. Bunun  anlamı  Peygamberimiz, affedici  olan  Allah’ın   affetme  ahlakını  yeryüzünde  uygulayan  biricik  örnektir. Böyle  olunca da   Resulullah, Uhud  savaşında   Müminleri  hem  kendisine, hem  de  diğer  tüm  Müminlere  karşı  yaptıkları  yanlışları  Allah’ın  rahmeti  sebebiyle  affetmiş, onlar  hakkında  istiğfarda  bulunmuş  ve  herhangi  bir  müeyyide  ile   onları  sorgulamamıştır. Hatta, şehit  olanları  için  duada  bulunmuş  ve  yaralı  olanlarla  bizzat  ilgilenmiştir. [28]  
Resulullah’ın,   Allah’ın  rahmeti  sebebiyle    üstün  ahlak sahibi  olması konusu  başlı  başına  ayrı  bir  inceleme alanıdır. Biz  burada  sadece  Kur’ân’da   zikredilen  ve   Peygamberimize  af  ile  davranmasının  emredildiği bir  ayeti   incelediğimiz  için  ilgili  ayetin  müfessirler   tarafından  nasıl   yorumlandığını   ele  almaktayız. Buradan  da, yakalayabildiğimiz  bazı  ipuçlarından  hareket  ederek   aynı   sıkıntılarla  karşılaşmamız  durumunda   nasıl  bir  tavır  ortaya  koymalıyız,  sorusunun  cevabını  bulmayı  hedefliyoruz.
Hayat  içerisinde   olaylar   devam  etmekte  ve    tarihin  bir   döneminde   meydana gelen  bir olay   yer  ve  zaman olarak  değişiklik   göstermekle   beraber, mahiyet olarak  aynı   arka  planlar  çerçevesinde  gelişebilmektedir. İşte  o  zaman,  önceden bildiğimiz  olaylar  ve onların  bize  verdiği ipuçları    yol  gösterici  olmaktadırlar. 
Uhud  savaşı  sırasında   olanlara  ve  incelemeye çalıştığımız ayeti  kerimeye   böyle  bakmaktayız.
Savaşın  şiddetli  anlarının  bir  bölümünde, Peygamberimizin  Rebaiye          ( kesici ) dişinin  kırıldığı  ve yüzünün  yaralandığı  zaman, ashabına  bu  durum  ağır  gelmişti. Ve Peygamberimize  hitaben: - Kureyş   müşriklerine  beddua   etsen  ya,  denildi. Peygamberimiz (s.a.v.) : “ Ben,  lanetleyici olarak  gönderilmedim. Fakat  doğru  yola  davet edici  ve rahmet olarak  gönderildim.  Allah’ım ! Kavmime  doğru  yolu  göster! Çünkü onlar bilmiyorlar  diye dua  etti. [29]
İman  etmemiş  bir  topluluğa  bu  derece  merhamet  ve   şefkatle davranan  Peygamber  için  Müminlere  davranışı  elbette  daha   da   üstün  olması gerekir. Zaten  öyle  de  olmuştur.
 Bazı  sahabilerin  Peygamberimize   bu  savaş  sırasında    muhalefet  etmesi ve  bu  yüzden  Müslümanların   bozguna uğramaları, Peygamberimizin  saldırıya  uğrayarak  sıkıntıya  düşmesi   karşısında  Allah’ın  rahmeti ile  Peygamberimiz  yumuşak  muamele  ile karşılık  vererek  sabırlı   davranmış  ve   kınamada  bulunmamıştı. Allah, Hz.Muhammed’e  meydana  gelen    Uhud  Savaşı  sıkıntısı  konusunda   bir  çok  ayetler  indirmiş  ve  bu  ayetlerde  Müslümanların  zaafını ,isyanını, noksanlıklarını,  bütün  bunların  nefsi  isteklerden     kaynaklandığını  açıklamıştı. Bununla  birlikte  Allah, nazik  bir  uyarı  metoduyla  zaferi, Peygamberin affını, Tevhidin yücelmesini  ve  musibetlerin  uyarıcı  faydalarını  da  zikretmektedir. Eğer  Peygamber   kaba  ve katı  kalpli  olsaydı, yani; anti sosyallik   olan  kabalık  ve  terslik olan  katı   davransaydı  tebliğ   görevinde  başarılı  olamazdı. Çünkü katı  kalplilik  ve  kabalık insanların  nefret   ettiği  iki  huydur  ki, insanlar  bu  iki  huy sahibine,  fazilet  sahibi kimseler  de  olsa   sabredemezler.  Bilakis  o  kimseden uzaklaşırlar. O  halde Ey  Muhammmed !  Sen   böyle olursan  davetin insanların kalplerine ulaşmaz. Onun  için  sen onları  yaptıklarından dolayı  affet, Allah’tan onların  affedilmeleri    için   de istiğfar  dile. Böylece   Allah’ın   sana has  kıldığı  merhameti korumuş  ve  Allah’ın sana  hediye ettiği güzel  ahlaka  da  devam  etmiş  olursun. Zaten  bu yüce  ahlaka  sahip  olan  ve  hayatı  boyunca  buna  devam  eden   Peygamberimizin   bu  davranışı  Peygamberliğinin  gereği ve  liderliğinin  sırrıdır. Resulullah’ın  dünyada   yapmış  olduğu  istiğfarı   günahkar olanlara  şefeat  olacağından, ahirette de  şefeat  edeceği buradan  anlaşılabilmektedir. [30]
Örnek  davranışlarından  biri olan  af  ile  muamele  etmesine çarpıcı  bir   misal  olan  bu  ayet ile  anlıyoruz  ki; öncelikle  davetçi  konumunda olan   her  Müslüman  kaba  ve  katı  kalpli  olmamakla  beraber, karşısına  çıkabilecek  sıkıntılara  sabırlı  olmak  zorundadır. Kendisine  veya   yakınlarına   yapılan  yanlışları  da  hoş görecek  ve  affedecektir. Çünkü örnek  insan Hz:Muhammed   böyle yapmıştır.
O  Resul  bu  davranışının  bir  anlamda  gerekçesini   Ebû Hureyre (r.a )’dan  rivayet  edilen    şu  mübarek  sözleriyle  de  pekiştiriyor  ve  buyuruyor  ki :
" Benim misâlimle sizin misâliniz,şu  temsile  benzer: Bir adam  ateş yakmış. Ate‏ş etrafı  aydınlatınca, pervaneler (gece kelebekleri) ve   aydınlığı  seven   bir kısım  hayvanlar bu  ateşe  kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız   onları   kurtarmaya  çalışır. Ancak hayvanlar  çoklukla ateşe  atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum, ancak siz  ateşe  koşuyorsunuz" [31]
Ahlaki  duyarlılık açısından   içinde  yaşadığı  Mekke  toplumumun   övgüyle  bahsettiği, hatta   El-Emin  olarak vasıflandırdığı  Hz.Muhammed (s.a.v.)  hayat  ve ölüm  ile  ilgili  özellikle  de  Mekke  toplumundaki   çoktanrıcılık  ve  zengin-fakir   arasındaki  korkunç  dengesizlik gibi  meseleleri  tefekkür ve  teemmül  için zaman  zaman  Hira  mağarasına  çekiliyordu. O,  Allah’ı   kainatın yaratıcısı  ve hakimi, hayatın  devam   ettiricisi  ve  toplumda  olup  bitenler üzerinde  düşünüyordu. Hz.Peygamber,  Mekkelilerin  inandığı  çok sayıda  Tanrı   ve  Tanrının  kızlarının  olmayacağını  hissediyordu. Kendisi iyi bir  insan olmaya  ve  topluma  örnek olmaya  gayret  ediyordu; fakat    toplumsal  olarak   bunun  yetersiz  kaldığını  müşahede  etmekteydi.Kur’ân’ın  veciz  ifadesiyle  Hz.Muhammed’in  durumunun  Biz  senin  göğsünü  açıp genişletmedik mi? Belini büken  yükünü  senden alıp atmadık  mı ? Senin  şanını  ve  ününü  yüceltmedik  mi ?  [32] ayetleriyle  dışarıya  vurulduğunun    işareti   veriliyordu. Kendisinde  insanların karşılaştıkları  ahlaki  çöküntülere  karşı  doğuştan    yüksek  bir  duyarlılık  olan   Hz.Muhammed’e   Allah  vahiy   göndererek    çağrıya  muhatap  etmişti. Bundan  sonra  Hz. Muhammed,  Tevhidi  tekrar  tesis  etmek  ve  insanlar  arası uçurumu   ıslah  etmek  için  mücadeleye  başlamıştı. Böylece, bu  sefer de  başka  bir  yük; vahye  uyma  ve onu  ilan  etme  yükü  üzerine  yüklenmişti.           
Çok  Tanrıya  inanan  bir toplumu  öncelikle  Tevhid   inancına  çağırarak   sosyo-ekonomik  bozulmuşluğu  düzeltmek  için  onları   Kur’ân   ayetleriyle  uyarmaya  çalışıyordu. Kur’ân’ın   tarif  ettiği  Allah ’ı  ve  bundan   fert  ve  toplum  açısından  ahlaki  olan  hedefleri  göstermek  de Hz.Muhammed’in  görevleri  arasındaydı. Allah’ın  Kur’ân’da   kendisi  için  uygun  görüp  sıfat  olarak  bildirdiği  isimler, insan  davranışlarında  ahlaki   düşünceler oluşturmak  ve insanı  belli  hedefe yönlendirmek için  vardır.
 İyi  davranış, insan  geleceği için verimli  olan  davranıştır. Ahlaken  iyi   davranışların   mümkün  ve verimli olabilmesi  için  ise   iki  inanç  kesinlikle zorunludur. Önemine  binaen   ilk sırayı  her  şeye kadir, merhametli, affeden.... ve  yapıp  etmeleri   bir maksada   yönelik tek olan  Allah’a  inanmak  alır. Allah’a  inanç  olmaksızın  hiçbir  ahlaki  davranış  mümkün  değildir. Çünkü  insan  davranışının  gelişimi   için  gereken   aşkınlığı   Allah  yaratır. İkinci  sırada olan    ve insan  davranışlarını   düzenleyici  fikirlerden  birisi  de, son hükme  inanmadır. Bununla insan  davranışlarının  amacını  bilir  ve   davranışlarının  bilincinde  olarak    hayatını  devam   ettirir. [33]
HZ.MUHAMMED’İN    MEKKE  MÜŞRİKLERİNİ  AFFETMESİ
Kur’ân’ın  affetme   yolunu  tutmayı  pratiğe  dönüştürme   tavsiyelerini   ilk olarak  vahyi  iletmek, diğer  bir  ifade ile  İslam’ı tebliğ  ile  görevli  olan  Peygamberin  hayatında   görebilmekteyiz.Sadece  mantıksal  olarak   olaya  baktığımızda;  tarif  edilen  ve emredilen  bir  ahlak  öğretisinin   tarif eden  veya  emreden  tarafından  pratiğe  dönüştürülmesi  gerektiği  gerçeği  ile  yüz  yüze geliriz. Her  türlü  ahlaksızlığın  bulunduğu  ve insanlara   ait   ne ilahi  kaynaklı  ne  de  felsefi  kaynaklı  ahlak  normlarının  bulunmadığı, Allah’tan  başka   ilahlara  tapınma, kızların diri  diri  toprağa gömülmesi  v.b. şeylerin  hayatın  normal  seyri   olduğu  Mekke’de  Peygamberlik görevi kendisine verilen   ve  toplumu  Allah’a  çağıran  bir  kimsenin   çağrısını  yerine  getirirken  hangi  yolu  tercih ettiği, sonuçta ise  başarısının   ne tür bir  metoda  bağlı  olduğu  sorusunu  kendimize  sorduğumuz  da, cevabını  Kur’ân  ayetlerinden   almaktayız.
Kur’ân,  Peygamberin  şirk  karanlığı  içinde  olan   insanları   dine  çağırırken  affetme  yolunu  tercih  etmesi  gerektiğini  bildirmektedir. Çünkü  affedici  olan  Allah, kendi  dinini  tebliğ    eden  elçisinin de   affedici  olmasını  istemektedir. Bu,  hem   vahye  muhatap olma  ve hem  de  elçi  olma   sorumluluğunu  yüklenmiş  olan  Peygamberin,  sonra  da  sırayla  diğer  kişilerin    aynı   davranışı  sergilemelerinin  istenmesi  anlamına  gelmektedir.
Arapça   emir  formunda  gelen  bir  ayette  Peygambere  yüklenen  bu  sorumlulukla  ilgili  olarak  şöyle  denilmektedir:
Resulüm  affetme  yolunu tut, iyiliği  emret  ve  cahillerden  yüz  cevir. [34]  
Peygambere, bu   ayette   yapması   için  emredilen affedici  olma  özelliğini  ve   niçin  affedici  olması  gerektiğini   öğrenebilmek  için    bu  ayetten  önce  geçen ayetlere bakmamız  gerekecektir.
Bir  önceki  ayette  Allah, doğru  yola,  yani  İslam  dinine Hz.Muhammed  tarafından  çağrıldığı   halde  bunu  duymayanlardan,gerçeklere baktıkları  halde  görmeyenlerden  bahsetmektedir.
Allah’ın  dışında  taptıklarınız  ne size  yardıma güçleri  yeter  ne  de  kendilerine  yardım  edebilirler.Onları  doğru  yola  çağırmış  olsanız işitmezler. Ve onları  sana  bakar  görürsün, oysa  onlar görmezler. [35]   
 Doğru  yola  çağrıldıkları  halde  buna  uymayanlar  müşriklerdir. O  müşrikler  ki  kendi  içlerinde  yaşayan  ve  Allah’ın  vahyini  ileten  bir  Peygamberi   bildikleri, hatta  gözleriyle  bizzat gördükleri  halde, gönül  ve ruh  gözleri, kalplerinin  gözleri  kör  olduğu  için  Allah’ın  elçisini  görmüyor, veya  görmezlikten  geliyorlardı. Allah  bu  gerçeği  belirttikten  sonra;  Sen  af   yolunu  tut”  emrini  Peygamberine  bildiriyor. Bunun  anlamı, insanların  güzel  ahlak   olarak  bildiği  ve   fazilet  yolu olan   affedici  olmayı tercih et,  insanlara  davranışlarında  ve işlerinde  hiç  bir  şeyin  iç  yüzünü  araştırmadan   affedici   ol  demektir. Peygamberimiz,( s.a.v.)  Mekke’de   on  yıl  Allah’ın  ayetlerine  kulak  tıkayan  müşriklerden  yüz  çevirdi, onların  her  türlü cefalarına  sabretti   ve  onları  affetti. Allah, nebisine   bununla edebin  ne  olduğunu  öğretmektedir.Edebin  öğretilmesi  devam  ederek,   “ Marufu  emret  ve  cahillerden yüz  çevir  denilmektedir. Peygamberimiz, Hz.Cibril’e  bu  emrin  mahiyetini  sorar. O  da: Ey  Muhammed ! Allah  sana  gelmeyene  gitmeni, sana  vermeyene  vermeni  ve  sana  kötü   davrananı  affetmeni emrediyor, şeklinde  cevaplandırır. Burada  ki  Maruf   arapların  kullandığı  kelimelerdendir  ve  ilişkiyi  kesene  gidip  gelmek   ( sılayı  rahim ) vermeyene  vermek  ve  zulmedeni  affetmek  anlamında anlaşıldığı  bilinmektedir. Gerçekte, Allah’ın  Nebisine  emrettiği  işlerin  hepsi ve  uygun  gördüğü  her  şey iyiliktir  ve maruftur. Yine  nebiye  yapması   istenen şeyler  kulların  da  yapması  gereken  şeylerin  aynısıdır.Allah  burada Peygamberimize, cahillerden  yüz cevir  diyerek  bilgisizlikten  yüz  çevirmesini  de  emretmektedir. [36]                    
İnsanlara  hem  dünyalarını  ve  hem  da  ahiret   hayatını  öğreten   Peygamberimize   en  güzel  ahlakı  öğreten de  , en  güzel  şekilde uygulayanda  hiç şüphesiz  Hz.Muhammed (s.a.v.) dir. Mekke’de  kendisine  ve   diğer  inananlara  yapılan  her  türlü  işkencelere  rağmen O af  yolunu tercih  etti. 
Kendisine  yüklenen  sorumluğu  en  iyi  şekilde  bilen  Peygamberimiz  Hz.Muhammed’e  “ Önce  yakın  akrabanı  uyar. Ve  Müminlerden  sana  uyanlara  karşı  mütevazi  ve şefkatli  davran. Şayet  sana karşı  gelirlerse,  ben  sizin  yaptıklarınızdan  uzağım, de.[37] ayeti  gelince, Rabbinden  aldığı   emirleri  açıkça  ve   ısrarla   anlatmaya  başladı. Mekke’de  bulunan  Safa  tepesine  çıkarak, Kureyş  büyüklerine --Ben  sizi  önünüzdeki   şiddetli  azaptan  korkutucuyum diyerek  seslenir. Ebû Leheb, Peygamberimize  hakaret  eder  ve  sonra  da  Kureyş’in  düşmanlığı  açık  bir  hal almaya  başlar. İbnü’l-Esir’in  bildirdiğine  göre Kureyş  müşrikleri Ammar b. Yasir’le  anne  ve babasını   Mekke  ile  Medine  arasında  bulunan  düz  bir  araziye, Etbah’a  götürür,  orada  kızgın  güneşin  altında   kızgın   taşlarla işkence  ederlerdi. Bu  halde iken  Resulullah  onlara  uğrar  ve   Sabredin  ey  Yasir  Ailesi, Sizin durağınız  cennettir   derdi.Ebû  Cehil, Mekke  ileri gelenlerinden birisinin   Müslüman  olduğun  işittiğinde  uyarır  ve şöyle derdi:  Senden  daha  hayırlı   olan  babanın dinini  terk ettin. Vallahi biz seni   aklı dumura  uğramış  ahmak  sayacağız.Fikrini  kötüleyeceğiz, şerefini ayaklar  altına  alacağız. ! .Eğer  o  kişi  ticaretle    uğraşıyor  ise,  Ticaretini  yok  edeceğiz,malını  elinden  alacağız,  diye  tehdit  ederdi. İslam’ı  kabul  eden  zayıf  ve güçsüz  ise dayak  atardı. Yasir ( r.a)  işkencelerden  dolayı  vefat  edince, karısı  Sümeyye ( r.a.h.)  Ebû Cehil’e  ağır  laflar  söylemişti. Bunun  üzerine  Ebû  Cehil  mızrağını  saplayarak  Sümeyye’yi  şehit  etmişti. Daha  sonra müşrikler  bazen  ateşle  dağlamak, bazen  de  göğsüne  kaya  parçası koymak  suretiyle  Sümeyye’nin  oğlu  Ammar’a  işkenceye  devam  etmişlerdi. [38]      
Kureyş   müşrikleri,  Peygamberimiz hakkında, Ebû Talip’e  Ona  haber sal, gelsin  de, insaflık  gösterelim  dediler. Bunun  üzerine  Peygamberimiz  geldi.  Ebû Talip Ey  kardeşimin oğlu ! Bunlar  senin  amcaların  ve  Mekke’nin  ileri   gelenleridir.  Sana  karşı  insaflı  davranmak  istiyorlar. Söyleyeceklerini  dinle dedi. Peygamberimiz  de : Söylesinler,  dinliyorum, buyurur. Müşriklerden   Ahnes  b. Şerik, Sen   bizi  ve ilahlarımızı  yermeyi  bırak. Biz de  seni  ve   İlahını bırakalım,  dedi. Bunun  üzerine  Peygamberimiz  başını  kaldırıp  semaya  baktı. Şu  güneşi görüyor  musunuz ?  diye sordu. Evet  ! Görüyoruz, dediler. Peygamberimiz  Ben  sizi  bu  güneşin  ışıklarından  aydınlamanızdan  alıkoymaya  kadir  olabilir miyim ?  buyurdu. Ebû Talip,  Vallahi, kardeşimin  oğlu   bize  hiç bir   zaman   yalan söylememiştir, dedi. Peygamberimiz  Ben  onları,  onları  öyle  bir  kelimeye    davet    ediyorum  ki: onunla cennete  gireceklerine  kefilim !  buyurdu.Sonra  Peygamberimiz  La ilahe  illallah  deyiniz    deyince, öfkelendiler  ve kalktılar.  [39]    
Sadece  iki  anekdot  vererek   Mekke  müşriklerinin   Peygamberimize  ve arkadaşlarına  karşı  tutumlarını  anlayabilmekteyiz. Üstün  bir  ahlakla  süslü   olan  Peygamberimiz, Allah’ın  da  kendisine  verdiği  emirler    doğrultusunda   kendisine  ve arkadaşlarına  yapılan  hakaret,eziyet  ve baskılara  şiddetle  değil, yumuşaklıkla   karşılık  vermiş, Allah’ın  dinini  anlatmaya  devam  etmiş,cahillerden  yüz  çevirmiş  ve  hep  marufu  duyurmuştur. Çünkü  Allah  O’na  böyle  yapmasını  emretmiştir.
Övülen  bir  ahlak  üzere  olan  Hz.Muhammed  Allah’ın terbiyesinden  geçmiştir.Zaten   Nebi   Muhammed’in  af yolunu  tercih  etmesi   Mekke  müşriklerinin  hidayete  ermelerine  sebep  olmuştur. Bu  ayetin  Kur’ân’daki    yerini   Cafer-i  Sadık;   Allah’ın  Hz. Muhammed’e  bu  ayet  ile emrettiği  ve   öğrettiği   övülen  en  güzel  ahlakı   Kur’ân’ın  başka  bir  ayetinde  bu  kadar   özet  bir  şekilde  yoktur, diyerek       anlatmaktadır. [40]
Hiç  bir  huzursuzluğun  olmadığı, zaman  zaman    değişik  çapta  anlaşmazlıkların  ve   sürtüşmelerin çıkması  durumunda  ise birbirlerine  affedici  bir   davranışla  karşılık   veren  bir toplumun  oluşmasını  hedefleyen  Kur’ân,  bize  bunun    nasıl  olabileceğini  hiçbir   karşılık  beklemeden  insanlara   ahlak  esaslarını   öğreten  bir  elçi  vasıtasıyla  bildirmektedir. Allah’ın  elçisi  de    kurallarının  tanıtıldığı   ve  tatbik  edildiği bir  laboratuar   oluşturmuştur.Burada  kötü  olan davranış  biçimleri  terk edilirken, iyi  olan   ve iyi  olduğunu  her  aklı selim  sahibi insanların  kabullendiği  davranış biçimleri   hayatın  içinde  sergilenmiştir.
İnsan  davranışlarının   en  güzellerinden  olan   affedici  olmayı,  Allah     emretmektedir  ve   Kur’ân   bu  emri  bildirirken  öğretici   olarak  elçisi  Muhammed’i   seçmektedir. Allah  bu  ayette,  bize  insanların  iki  kısma  ayrıldığını, bunlardan  muhsin, yani iyilik  üzere  olan  insana   af  ile davranılması, gücünün  yeteceğinden  fazlasının  yüklenmemesi, kötülük  üzere  olan  insana ise   maruf  ile  emredilmesi  gerektiği, aynı  kimsenin  sapıklığı  ve  cehaleti  devam  ettiği sürece  ondan  yüz  çevrilmesi   fikrini  tanımlamaktadır.Nitekim  Allah Kötülüğü   en  güzel  şekilde  sav.Biz  onların  uydurup  yakıştıracaklarını  en  iyi  bileniz”.(23 Mü’minun 96 ) ve İyilikte  kötülükte  bir  değildir. Sen  kötülüğü en  güzel  olan  hareketle  sav. O  zaman  seninle  kendisi  arasında   bir  düşmanlık olan  kimse,  sanki sana bir  dost  oluvermiştir.”( 41 Fussilet 34 )                buyurmaktadır. [41]
Afv   kelimesinin  sözlük  anlamlarından  birisinin  de  kolaylaştırmak  olduğunu  araştırmamızın birinci  bölümünde  belirtmiştik. O  halde  Allah, bu  ayetinde   Peygamberine, dolayısıyla   Peygamberin  ahlakını  örnek  alan Mü’minlere   öğüt verirken   İslam’ı  din  olarak  benimsememiş  kimselere karşı güzel davranılarak davet etmeyi  tavsiye etmektedir.
Allah, müşriklerin  sapıklık  ve  kötülüklerini  ‘A’râf   Suresi  199. ayetten önceki  ayetlerde   belirterek   bu  ayette  de Hz.Muhammad’e seslenerek    müşriklere   davranırken  af  yolunu, yani  kolaylık   gösterilmesini  emretmektedir.Kolaylık  gösterilmesi, onları İslam’a  davet  yollarından  bir  yoldur  ve  zaten Allah  Resulü (s.a.v.) “ Kolaylaştınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret  ettirmeyiniz. ”  buyurarak, hatta tüm  ömrü boyunca  bunu  uygulayarak  bizlere  davet yollarından  birini de  öğretmektedir.[42]
MEKKE’NİN  FETHİ     VE HZ.MUHAMMED’İN    AFFEDİCİLİĞİ
Zulüm  ve  işkencede  akıl  almaz  aşırılıklar  gösteren  Mekke  müşrikleri  aynı  zamanda   insanın  doğuştan  getirdiği   hürriyetlerinden biri olan  inanma  serbestisini  de  engelliyorlardı. Allah’a   inanmaya  çağıran  Peygamberi  ve arkadaşlarını  doğdukları  ve   büyüdükleri  ana  yurtlarında  yaşamayı  kendilerine  çok  görmüşlerdi.Bunun üzerine Müslümanlar Mekke’den  Medine’ye  hicret etmişlerdi.Aradan yıllar geçmiş  ve  Müslümanlar  Allah’ın  da  yardımı  ile     anayurtlarına   dönmüşlerdi. Mekke  artık  feth  edilmiş  ve   Hz.Muhammed   binlerce  inananla  beraber   Mekke’ye  girmişti.
Resulullah, Mekke’ye  girdikten  sonra  Ka’benin  avlusunda  namaz  kıldıktan sonra  bütün şehir  halkına  bir  konuşma yapacağı için  herkes  oraya  toplanmıştı. Hicretten önce  onüç, hicretten  sonra   sekiz  yıl   olmak  üzere   Peygamberi  ve  arkadaşlarını    Mekke’den  çıkaran, onların mallarını  ellerinden alıp, bir  çok  Müslümanı  işkence  ve  zulüm  altında  ölüme  sürükleyen, sığındıkları   şehir  Medine’yi işgal  etmeye  kalkışan  ve   nihayet çok  tantanalı  bir şekilde  imzalanan Hudeybiye  Barış Antlaşmasına   uymayıp  hükümlerini  çiğneyen   Mekke  müşrikleri   orada  bulunuyorlardı. Doğduğu   şehirden  çıkarılan ve bir  çok  zulümlere  maruz  kalan  Peygamber  Hz.Muhammed  şimdi  aynı  şehre  muzaffer  bir  şekilde  bir  fatih olarak  giriyordu. Düşmanlarının  köle  ve cariye  haline  dönüştürülmesini  emretmek, yahut  bu  insanların  şimdi  bütün  mallarını  savaş  ganimeti    haline  getirmek  veya hepsinin  kılıçtan geçirilmesini  emretmesine  mani  olacak  hiçbir şey  kalmamıştı. O  da nihayet  diğer insanlar  gibi  bir  insandı,  fakat  Allah elçisi  olarak  getirdiği   bir    İlahi tebliğ  vazifesi   vardı. Kendisinden  sonra  kıyamete  kadar  Mü’minlerin  davranış   ve  hareket  tarzlarında  örnek  alınacak  prensipler  ve  kaideler   koymak   için  örnek  bir tutum içinde   olması  gerekiyordu. Onun  muzaffer bir Fatih olarak  şehre  girişinde  önünde  yürüyen  Müslümanlar   “Evine  kapanan  yahut  silahları  terkeden yahut  Ka’be’nin  avlusuna  sığınan  veyahut  Ebû Sufyan’ın  evine  kapanan  herkes  emniyet içindedir.”  diyerek  barış  ve emniyet  halini  ilan ediyorlardı. Resululah’ın    biniti  üzerinde  şehre  girişini  seyreden insanlar, bütün bu  geçit  esnasında  onun  boş  bir  kurum  taslayarak  azamet  içinde  kuruluşunu  değil, Allah’a şükür  ve aynı zamanda  tevazu  ve  alçak gönüllülüğün  bir  işareti  olarak  devesinin  üstünde  secdeden  secdeye  kapandığını  görüyorlardı. Ka’be  avlusunda    eda  ettiği namazdan  sonra orada  toplanmış  bulunan düşmanlarına   ve eski  hemşehrilerine  döndü  ve  şu  konuşmayı yaptı : [43]              
“Hamd  Allah’a  yaraşır.
Allah’tan  başka  ilah yoktur! Yalnız  O, vardır. O’nun  eşi, ortağı  yoktur.
O, va’dini yerine getirdi, kuluna  yardım etti. Toplanan  düşmanları  tek  başına  bozguna  uğrattı.
İyi  bildiniz  ki : cahiliye   çağına  ait  olup  övünme vesilesi  edinile gelen  her  şey, kan, mal  davaları .. bunların  hepsi, bu  gün  şu  ayaklarımın  altında  kalmış, kaldırılmıştır!
Ancak, Beytullah  perdedarlığı   hizmeti  ile  hacılara  su  dağıtma  hizmeti bunun  dışındadır.
Ey Kureş  Cemaati! Muhakkak  ki:  Allah, cahiliyet  gururunu  , cahiliyet  soy  sopuyla övünüp büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır !
 Bütün insanlar  Adem’den, Adem’de  topraktan  yaratılmıştır.
İnsanlar  iki kısım,  iki  sınıftır:
Bir  kısmı, Mümin  ve  Müttakîdir. Allah  katında  değerli  ve  şereflidir.
Diğer  kısmı  ise, azgındır, yaramazdır.Allah  katında  da  değersiz ve  şerefsizdir.
Nitekim  Allah  buyurmaktadır  ki: Ey  insanlar, Şüphesiz biz, sizi bir  erkekle bir  dişiden  yarattık, tanışasınız  diye sizi  kavimlere  ve kabilelere ayırdık. Muhakkak  ki sizin  Allah  yanında  en şerefliniz, en  takva  sahibi  olanınızdır. Şüphesiz  Allah  hakkıyla  bilendir, her  şeyden  haberi  olandır.( 49  Hucurât 13 )
Ey  Kureyş  Topluluğu !
Ey  Mekkeliler ! Ne  dersiniz ? Şimdi,  hakkınızda  benim  ne  yapacağımı  sanırsınız ?  diye sordu.
Kureyşliler “ Biz,   Senin  hayır  ve  iyilik  yapacağını   sanar  ve  hayır  yapacaksın !  deriz.
Sen  kerem  ve iyilik  sahibi bir  kardeşsin! kerem  ve iyilik sahibi bir  kardeş oğlusun !
Gücün yetti, iyi  davran, dediler.
Bunun  üzerine  Peygamberimiz :
“Benim  halimle, sizin  haliniz, Yusuf   Aleyhisselam’ın  kardeşlerine dediği gibi  olacaktır.
Yusuf  (a.s.)’ın  kardeşlerine  dediği  gibi, ben  de:
Size, bu  gün, hiçbir başa  kakma  ve ayıplama  yok !Allah, sizi yarlığasın ! O, Esirgeyicilerin   en  esirgeyicisidir ”  ( 12 Yusuf 92 ) diyorum.
Gidiniz ! Sizler, azad  ve  serbestsiniz ! buyurdu. [44]
Bunun  içindir ki : Mekke’lilere  azadlananlar  ( Tuleka’ ) adı  verilmiştir.[45]
Allah  Resulü bu  hitabeyi   irad  ettiğinde  dinleyenler üzerinde  psikolojik  tesirler   meydana getirmişti.Çünkü  tarihin  bir  döneminde  meydana  gelmiş  olan   ve  günümüz  Müslümanlarını,  hatta  tüm  insanlığı  ilgilendiren  bu  örnek   olay   bizlere   benzer  davranışlarda  yol  göstericilik   yapacaktır.
Resulullah’ın  Ka’be’de  namaz  kılmasından  evvel   Bilal  Habeşi,  Kabe’nin  damına  çıkarak  ezan  okumuştu.Bunu  gören  Mekke’liler arasında  Ebû Sufyan’ın  akrabası  ve  Ümeyye  ailesinden  olan Attab  b.  Esid, öfkeye  kapılıp  : - Allah’a şükür  babam sağ  değil ! Hiç olmazsa  bu  kepazeliği görmüyor ! ... demişti. Kısa  bir  müddet  sonra  Peygamberimiz,  metnini  yukarıya  aldığımız  hutbeyi  okuyunca  ve  genel  af ilan  edince, aynı  Attab, bu  defa  hiç tereddüt  geçirmeden  hemen orada İslam’a  girmek  üzere  öne  atıldı. Buna  karşılık  Hz.Muhammed  onu  sadece  affetmekle kalmayıp, aynı  zamanda  kendisine  Mekke valiliği vazifesine  getirdi. [46]
Peygamberimizin  örnek  ahlakı  incelendiğinde  bütün  örnek  davranışlarının   Kur’ân’da    bildirilen   ahlakî  özellikler  olduğunu   görmekteyiz. Burada  da aynı  şey  karşımıza  çıkmaktadır. Allah,    Kur’ân’ın da   kendisinin  de  isimlerinden  biri  olan  affedici   olmayı   bizzat  kendisi  kimleri  ve  niçin  affettiğini  anlatarak  bildirmektedir. Bildirilen   bütün  olaylardan  başka, insanlar  içinden  seçilen, kendisi  de diğer insanlar  gibi  olan  ve  insan  olması   itibariyle  hiç  bir  farklı  bir  tarafı olmayan  Peygamberine  aynı  davranış  şeklini  emretmektedir.
Kendisine Allah  tarafından emredilen  bütün  davranış  biçimlerini   hayatının  tüm  alanlarında  uygulayan  Peygamberimizin  bu   yönü  bizlere  hem  Allah’ın   affedicilik  özelliğinin  yaşanabilirliğini, diğer  bir  ifade  ile   sadece  teorik  olmadığını,  insanlar  tarafından uygulanabileceğini,  hem  de affedici  olmakla   huzurlu  bir  toplum  ve dine  inanmayanların  da  dine  ısındırılmasının  gerçekleştirilmesine   imkan  sağladığını  göstermektedir.        
Allah  Resulünün  ahlakı  mekarim’ul – ahlak, yani   en  güzel   ve en  üstün  ahlaktır. Zaten  Peygamberimiz: Cabir (r.a.) ‘dan  rivayet  olunan  bir  hadisinde 
“  Ben  güzel  ahlakı  tamamlamak  için  gönderildim. ”  buyurmaktadır. [47]
Normal  insanî  ilişkilerinde, komşuluk  münasebetlerinde ve  kişisel ilişkilerinde    insanların yanlışlarını  ve noksanlıklarını  affeden  Peygamberimiz, İslam  dininin  anlatılması  söz  konusu olunca  Allah’ın  dininde   küçümsemeye   ve  hafife  almaya  meydan  vermeyecek  bir  kolaylığı   ve  kolaylaştırmayı  tercih  ederek,  affı  prensip edin  emrini  uygulamaktaydı. Hz.Muhammed, yine  kendisine    Allah  tarafından  emredilen  ve  öğretilen  iyi   olanı, yani  hiç  bir münakaşaya   ve tartışmaya    yer  bırakmayacak  şekilde  sağduyu  sahiplerinin   güzel  olduğunda  anlaştığı   davranışları  emrediyordu. Cahillere   ki  bu  cehalet; olgunluğun  zıddı  olan  cehaletle, bilginin  zıddı  olan  cehalete  de   aldırış  etmiyordu. Bu   ahlak  sahibi  kimselere  aldırış etmiyor, onları kendi  haline bırakıyor, önemsemiyor, cahilliklerine  bağlı  olarak  yaptıkları  işleri, söyledikleri sözleri basit  görerek, bu  hareketlerini   olgunlukla karşılıyor  ve  sonuç  getirmeyecek  tartışmalara  dalmıyordu. Çünkü,   cahillerin  cehaletleri karşısında  susmak, cehaletlerine  aldırış  etmemek, bazen   onların  nefislerini  küçültür  ve  terbiye  eder. Aşırı tepkilerini  ve  tartışmada ki inatlarını  engeller. Eğer  onları  bu  şekilde  eğitmese  bile  kalplerinde  iyilik bulunan diğer  insanlardan  ayrılmalarını sağlar. Zira  insanlar, üstün  ahlak sahibi    kişilerin  cahillerin yaptıklarına katlandığını, boş  sözlerden  yüz  çevirdiğini  ve o  kimselerin cehaletlerini    gözleyecekler, böylece  de  dışlanacaklardır.[48]        
Şurası  muhakkak  ki, İslam  ve  onun  Peygamberi  Hz.Muhammed   arap  yarımadasının  iklim  olarak   kurak  ve  ahlak  olarak  kokuşmuş   topraklarından  bu  şekilde  davranması  ile   her  biri    dünya   çapında   birer   üstün  şahsiyet  olan   kimseleri yetiştirmiştir.Bu  şahsiyetler, İslam’dan  ve  Hz.Muhammed’i  tanımadan   önce   yoktan  sebeplerle   kan  döküyor, malca  ve  makamca  kuvvetli  olanları     zayıflarını  acımasızca  eziyor,kadın  ve kızlarını  insan  bile  saymıyor, hatta  kız çocuklarını  diri  olarak   toprağın  altına  gömebiliyorlardı..
Şunu  belirtmek gerekir  ki; ister  insanları   Allah’a  çağırırken, isterse   insanlarla   diğer  ilişkilerimizde   Peygamberimize  emredilip, öğretilen  af   yolunu  tercih edersek   bizler  de  öncelikle  Allah  ve  Resulünün  övülen    üstün  ahlakı  ile  ahlaklanmış, sonra  da  etrafına  güven  veren   örnek  Müslümanlar’tan  oluruz. Böyle  olunca  da   kendisi  de   huzurlu,  ailesi  de  huzurlu   ve içinde  yaşadığı   toplumu  da  huzurlu  bir  dünya   oluşturmuş  oluruz. Öyleyse   geriye  sadece  Kur’ân’ı   okumak  ve içindeki   ahlakî  prensipleri   iyice  anlamak  kalmaktadır. Bu  prensiplerden  birisi  olan   affedici  olmayı  burada  vermeye  çalışmamızın  amacı  bundan  ibarettir.
HZ.MUHAMMED’İN   YAHUDİLERE   AFFEDİCİ  DAVRANMASI
Peygamberimiz  bu  anlatılanlardan başka   aynı  toplumu   paylaştığı  ehl-i  kitaba  da   af  ve  hoşgörü  ile  davranmaktaydı. Zira  Kur’an’ın  emri  bu  şekildedir.   
            Ey Ehl-i Kitap ! Dininizde  aşırı  gitmeyin ve Allah  hakkında  , gerçekten   başkasını söylemeyin.Meryem  oğlu  İsa  Mesih, ancak  Allah’ın  resulüdür,Allah’ın  Meryem’e  ulaştırdığı “ Ol” kelimesinin  eseridir, O’ndan  bir  ruhtur. Şu  halde  Allah’a  ve  Peygamberlerine   iman  edin. Tanrı  üçtür  demeyin, sizin için hayırlı  olmak üzere  bundan vazgeçin. Allah  ancak  bir  tek  Allah’tır. O, çocuğu  olmaktan  münezzehtir. Göklerde ve  yerde  ne varsa  hepsi  O’nundur. Vekil   olarak  Allah  yeter. ” [49]   
            “ Ehli  Kitap  senden, kendilerine  gökten  bir  kitap   indirmeni  istiyor. Onlar  Musa’dan, bunun  daha  büyüğünü istemişler de,Bize  Allah’ı apaçık  göster, demişlerdi. Zulümleri  sebebiyle  hemen   onları  yıldırım   çarptı. Bilahare  kendilerine  açık  deliller  geldikten sonra  buzağıyı  tanrı  edindiler. ” [50]
            Yahudiler  ve  Hristiyanlar; ‘ Biz Allah’ın  oğulları  ve  sevgilileriyiz’ dediler. De ki: Öyleyse  niçin günahlarınız  yüzünden size  azap ediyor ? bilakis siz de O’nun  yarattığından insansınız. O, kullarının  dilediğini  bağışlar, dilediğine  de azap  eder. Göklerin, yerin  ve  ikisi  arasında  bulunanların  mülkü  Allah’ındır .Dönüş de ancak  O’nadır.
            Ey  Ehl-i  Kitap ! Peygamberlerin arası  kesildiği zaman  size  Resulümüz  Muhammed geldi. Gerçekleri  size  açıklıyor ki, ‘ Bize  bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi dersiniz’ diye. Bundan  böyle  size müjdeleyici  ve  uyarıcı gelmiştir.Allah her  şeye  kadirdir. ” [51]
             Genel  bir  ifade   ile  söylemek  gerekirse  Ehl-i Kitap   denilince  Yahudiler, diğer bir adları  ile İsrâil oğulları  ile  Nasraniler, yani  Hıristiyanlar  anlaşılmaktadır.
            Yahudi ve Hıristiyanların  Arap   yarımadasında   bulunup, bulunmadıkları   veya  Mekke’de  İslam  dini  yeryüzünü  aydınlatmaya  başladığında  bu  kimselerin  mevcudiyetlerinin   nasıl  olduğu  sorusu  cevaplandırılması  gereken sorulardan  biri  olması  gerekir. Çünkü  Kur’ân  belirtilen  kimseleri  muhatap alırken  genel  bir  kural  koymak  için  mi, yoksa  bizzat  karşı  karşıya  bulunan insanlara  mı  seslenmektedir,  sorusunun  cevabını  bulmuş  olmamız  için  bu  gereklidir. Böylece   Kur’ân’da   Yahudi ve  Hıristiyanlarla  ilgili  anlatılanları  daha iyi  anlama  imkanına  sahip oluruz.
            “ İslam’ın   doğduğu  senelerde  Arap  yarımadasının  dört  bir köşesinde  Yahudiler  bulunmaktadır.Bunlar, ferdi  olduğu  kadar  küçük  topluluklar  halinde   ve  birbirlerine  bağlılığı, sağlam  insan  toplulukları   halinde Akabe  Körfezindeki   Eyle  limanından Yemen  ve Umman’ın  en  ücra  köşelerine  kadar, Medine’den  Bahreyn’e  kadar  uzanan  bölgeler  üzerinde yayılmış  vaziyette  idiler. Mekke’de  hemen  hemen  hiç yoktu  denilebilir; fakat  bu bölgede  her   yıl  kurulan  fuarlarda, bilhassa   Ukaz’da  sadece  ticari  mallar satarken  değil  ve  fakat  aynı zamanda   kendilerini, saklanmış  veya  kaybolmuş  şeylerin  nerede  olduklarını  keşfedip bilen  yahut  istikbali  okuyan  kahinler  olarak  pek güzel  ve bol  para kazanan  insanlar olarak müşahede etmekteyiz.Bunlar ‘ Ehl-i Kitap’ bir ulus  olarak, okuma  yazmadan nasibini  alamamış   ve gönlü  saf  Bedeviler üzerinde  özel  bir  nüfuz ve itibar kazanmış  durumdaydılar.[52]
            Hıristiyanlara  gelince; putperest  müşriklerin   bulunduğu   Mekke’de   pek  nadir  bulunuyorlardı. Asıl  tahsilini  Suriye’de  papazlar yanında   tamamlamış   olan  ve  elinde Arapça  yazılmış İncil  el  yazmaları  da bulunan  Varaka  b.  Nevfel’den  başka   Mekke’deki  Hıristiyan’ların  hepsi  kölelerdir. Medine’de  ise  Ebû Âmir’ er-Rahip  adında  Peygamberimizin  sefih  ve  ahlaksız  dediği  bir  Hıristiyan  papaz  vardı, fakat  Resulullah Medine’ye hicret edince  burayı terk etmiş  ve Mekke’ye  yerleşmişti .[53]          
            Buradan anlaşılmaktadır ki, hem  Mekke’de, hem  de Medine’de  sayıları  azda  olsa yaşamakta  olan   Yahudi  ve  Hıristiyanlar bulunmaktadır. Aynı  zamanda  Kur’ân’ın  mesajı  sadece  belli  bir bölgeye  veya   sadece  belli  bir  döneme  hitap  etmediği için  Yahudi ve  Hıristiyanlara    hitap  eden  ayetler  kıyamete  kadar    tüm    benzer  davranışlar sergileyenler  kişiler  için  geçerlidir.
            Kur’ân’da  Allah (c.c.)  “ Sözlerini  bozmaları  sebebiyle  onları  lanetledik  ve  kalplerini  katılaştırdık. Onlar kelimelerin  yerlerini  değiştirirler. Kendilerine  öğretilen  ahkamın  önemli bir bölümünü  de  unuttular. İçlerinden  pek  azı  hariç, onlardan  hainlik  görürüsün.yine  de sen onları  affet    ve  aldırış  etme. Şüphesiz  Allah  iyilik  edenleri sever. [54]  ayetini  Peygamberimiz   Hz.Muhammed (s.a.v.) ‘e  bildirirken  onlara davranışın  nasıl  olması  gerektiğini  de   gerekçesiyle  birlikte    belirtmektedir.
            Anlamayı    kolaylaştırmak  ve   Kur’ân’ın  bir   üslubunu  da   yerine  getirmek  için  öncelikle  inceleme  alanımıza  aldığımız  bu ayetin  öncesi  ve  sonrasına  da  bakmak  gerekecektir.
            Mâide  Sûresi 12. ayeti  kerimede  Allah (c.c.), İsrâil oğullarının  Hz.Musa  döneminde  kendilerine  zulmeden  Fravun’un   zulmünden  kurtarıp  ve   içlerinden   on iki  başkan  göndererek  namazı  kılmak,zekatı  vermek,, peygamberlere  inanmak  ve  onları  desteklemek  ile  Allah rızasını  gözeterek  faiz  almadan  borç  vermeleri   şartıyla  önceden  yapmış   oldukları  günahlarını  affedeceğini ve  onları  cennete  girdireceği  şeklinde  onlardan  söz  aldığını  hatırlatıyor. Bu  hatırlatma  bize Yahudilerin  veya  değişik  bir anlama   şekliyle  Allah’a iman  etme  ve  imanın  gerekleri   olan  ibadetleri  yapma    konusunda  söz vermiş  olan  kimselerin  söz  verdikleri  konularda  samimi  olmaları  halinde, eğer  daha  önceden  yapmış  oldukları  kötülükler  var  ise;   bunların   silineceğini, ardından  da   Allah’ın   cennetiyle  mükafatlandırılacağını    bildirmektedir.
            Ancak , İsrâil  oğulları Allah’a  ve  peygamberlere  iman  etmek  üzere  söz  verdikleri  halde, aksini  yaptıkları, anlaşmalarına  sadık  kalmadıkları,haktan  uzaklaştıkları,kalpleri  katılaştırıldığı  yani   katı  ve  kötülüklerle  meşgul  oldukları, hiç  bir  uyarıya kulak vermedikleri  hatta Allah’ın  ayetlerini   kendi  keyiflerine  göre  değiştirdikleri  için  lanetlenmişlerdir. Bu  kimseler  aynı  huylarını  Peygamberimize  ve ashabına karşı  da  devam  ettirmişler, hile  ve ihanette  bulunmuşlardı. Bununla  beraber  Peygamberimiz; onları affetti  ve  onların bu  davranışlarına aldırış   etmedi.  Böyle  davranarak, aslında  Peygamberimiz,  onlara  yardım  ediyordu. Çünkü   böylece   onların  Hakka  dönmeleri  ve  Hidayete  ulaşmalarına  vesile  oluyordu. Zaten  Allah ayetin  son  kısmında  Hz.Muhammed’e   ve  tüm  Müminlere  hitap  ederek; onların, yani   sözlerini  bozan, kalpleri  ve  tavırları   katı, hile   ile  meşgul  ve  ihanetten geri  durmayan  kimselerin  size  karşı  yapmış  olduklarını büyültmeyin. Çünkü onların  atalarının  huyları da  böyleydi, deniliyor. Sonra  Peygamberde  ve Müminlerde  olması gereken  bir  özellik   olan  ihsan  sahibi  olmanın  gereği  olarak  affın  tercih  edilmesi  ve onlara  aldırış edilmemesi  emredilmektedir. Kur’ân,  Allah  muhsinleri  sever, ifadesini  de  sanki  bir  mühür  gibi ayetin  son  kısmında  getirerek,asıl  önemli  olan   mesaj  vermektedir. [55]                    
            Burada  Kur’ân’da  bildirilen şu  ayeti  hatırlatmamız  gerekmektedir. “ Müminler  ile  Yahudi, Hristiyan  ve  Sabiilerden  Allah’a  ve  Ahiret  gününe   inanıp  iyi  ameller işleyenler,  hiç  şüphesiz,  Rableri  katında  mükafatlarını  alacaklardır; onlar  için  korku yoktur; onlar  artık  hiç  üzülmeyeceklerdir. ”  [56]  
            Çünkü  konuya  bu  hassasiyetle  yaklaşmak, ahlakî   davranışların   öğretilmesi ve    yaşanabilmesi   için  yol  göstericilik  yapan   Kur’ân’ı  ve  onu  tebliğ eden  Hz.Muhammed’i  daha  iyi   anlamamıza   yardımcı  olacaktır.
            “Yahudiler    Resulullah’a  hakaret  etmek  amacıyla  iki  manaya  gelen  kelimeler  kullanmaktaydılar. Ey  iman  edenler, Peygambere  ‘raina ‘ ( bizi  gözet ) demeyin; ( bize  bakarmısın anlamında )’ unzurna’ deyin   ve   dinleyin. Küfre  sapanlar için çok  acıklı  bir azap  vardır.( 2  Bakara 104 ) Burada  Arapça’da  “ bizi gör, gözet  ”  manasına  gelen  bir  kelimenin, İbranice’de   “ kötü, rezil  ”  manasına  gelecek  şekilde  vurgulanabileceğini  de  söylemek  durumundayız. Hatta   Yahudiler, İslam’ın  mukaddes  Kitabı   Kur’ân’ı  bile alaya  almakta,Müslümanların  ibadetle  ilgili  hareket ve tatbikatlarını eğlence  konusu  etmektedirler : Ey  iman  edenler ! sizden  önce  kendilerine  kitap  verilenlerden  dininizi  eğlence   ve  oyun  edinenleri   ve  inkarcıları  dost  edinmeyin.( 5 Maide 57 ) Bunun  yanında  kendi  Mukaddes  Kitaplarını  bile  tahrif  edip  değiştirebilmektedirler : Yahudilerin  bir kısmı, Tevrat’taki  kelimeleri yerlerinden  değiştirirler, dillerini  eğip  bükerek ve  dine  saldırarak  Peygamberlere karşı : İşittik, fakat  karşı geldik “ , “ dinle dinlemez olası”, “ raina “  derler. ( 4 Nisa 46 ) Kur’ân  bütün  bunları    tespit  ederek  ifade  etmektedir. [57]
            Yahudiler, selam  verirken  bile  , Peygamberimiz  için  kötülük  dilemekten  geri durmazlardı. Peygamberimizin eşi  Hz. Aişe: Yahudilerden  bazıları gelip  Resulullah’ın yanına  girdiler  ve “ Essâmu  aleyke= ölüm  sana  olsun ! ” dediler  .Ben de   onların  belli  belirsiz söyledikleri  şeyin  farkına  vardım, ölüm  ve  lanet  sizin  üzerinize  olsun, dedim. Bunun  üzerine  Peygamberimiz; Ey Aişe ! Sakin ol ! Allah  her  işte  yumuşak  davranmayı  sever, buyurduğunu  rivayet  etmektedir.[58] 
PEYGAMBERİMİZİN  HIRİSTİYANLARA   KARŞI  AFFEDİCİ  DAVRANMASI
Allah   Resulü’nün   İslam  dinini   tebliğ ile  görevli olması, tebliğ   görevini  yerine  getirirken   herkese  aynı  yakınlıkta  bulunması, dolayısıyla   kendi  zamanında  yaşayan   Hıristiyanları  da    hak  din olan  İslam’a   çağırması   en   gerekli   bir  gerçektir. Peygamberimiz  kendi   zamanında  yaşayan  Hıristiyanlara  da  affedici  bir  uslupla  yaklaşmış  ve  onları  İslam  dinine  davet  etmiştir. Çünkü  onların  da yanlış  ve  batıl   inanışları  bulunmaktaydı. Peygamberin  davetindeki  güzelliğini  anlamamız  için öncelikle    onların  yanlış  inanışlarını   haber  veren  Kur’ân  ayetlerini    zikretmek  gerekmektedir.        
Şüphesiz  Allah, Meryem  oğlu  Mesih’tir, diyenler  andolsun  ki  kafir  olmuşlardır. De  ki: Öyleyse  Allah,  Meryem  oğlu  Mesih’i, anasını  ve yeryüzündekilerin hepsini  imha etmek  isterse Allah’a  kim  bir  şey  yapabilecektir.” [59]
“ Hatırla  ki, Meryem  oğlu  İsa: Ey İsrâil oğulları ! Ben size  Allah’ın  elçisiyim, benden  önce  gelen  Tevrat’ı  doğrulayıcı  ve  benden sonra  gelecek  Ahmed  adında bir  Peygamberi  müjdeleyici  olarak  geldim, demişti. Fakat  o,  kendilerine  açık  deliler  getirince: Bu  apaçık  bir  büyüdür, dediler ”[60]
“ Bir  de  inkar etmelerinden  ve  Meryem’in  üzerine  büyük  bir  iftira  atmalarından ;
 Ve  Allah  elçisi   Meryem oğlu  İsa’yı  öldürdük,   demeleri   yüzünden ( onları lanetledik) Halbuki  onu  ne  öldürdüler,  ne  de  astılar; fakat  ( öldürdükleri ) onlara İsa  gibi gösterildi.onun hakkında  ihtilafa düşenler  bundan  dolayı  tam  bir kararsızlık  içindedirler; bu  hususta  zanna  uymak  dışında hiçbir  bilgileri  yoktur  ve kesin  olarak onu  öldürmediler.” [61]
Özelliği   gereği    muhatap  aldığı   tüm  insanların  anlayabileceği   bir   şekilde   seslenen  Kur’ân, bu  konuda da   anlaşılır bir  üslupla  Hıristiyanların  belli   başlı  tavırlarını tanıtmaktadır.Allah’ın  gönderdiği  diğer  Peygamberler  gibi  bir  Peygamber olan Meryem’in  oğlu İsa  Peygamber   hakkında    Allah’tır,  dediklerini,  günahsız  annesine  iftira    ve  eza  ettiklerini, İncil  adlı  kitaplarını  değiştirerek inkar  ettiklerini, son  Peygamber  Hz.Muhammed (s.a.v.) ‘in Ahmed  ismi   kitaplarında  müjdelenmiş  olmasına  rağmen  bunu  görmezlikten  gelmelerini  ve   Allah’ın  elçisi  İsa (a.s.)   için  biz  onu  öldürdük   diye   zanna  kapıldıklarını  bize Kur’an  haber  vermektedir.
Kur’ân  bütün  bunları   belirttikten  sonra   yanlış, saptırılmış  ve   batıl  olan  bu  inanışlarının    düzeltilmesi   için   “   Biz  Hıristiyanlarız, diyenlerden  de kesin  söz almıştık ama  onlar  da kendilerine  zikredilen   Kitab’ın  önemli  bir  bölümünü  unuttular. Bu  sebeple kıyamete  kadar  aralarına  düşmanlık  ve  kin  saldık. Yakında  Allah,  onlara yaptıklarını  haber  verecektir. Ey Kitap Ehli ! Resulümüz  size  Kitaptan  gizlemekte  olduğunuz bir çok  şeyi  açıklamak  üzere geldi; birçoğunu  da affediyor. Gerçekten  size Allah’tan bir  nur,apaçık bir  kitap  geldi[62] şeklinde  uyarıda  bulunmaktadır.
Müfessirler  bu  ayetleri   tefsir  ederlerken;   Hristiyanlar’ın,    Yahudilerin  amansız  takipleri ve  işkenceleri  karşısında   darmadağınık  yaşadıklarını, İncil’i  koruyamayıp  kaybettiklerini, daha sonra  miladî  üçüncü  asrın başlarında  Roma İmparatoru  Kostantin’in  Hıristiyanlığa meyletmesinden  sonra rahatlamaları   ile, İncili  tekrar  yazmaya  teşebbüs  etmeye başladıklarını  böylece  ortaya   birbirini  tutmayan  yüzlerce İncil’in  çıktığını, Allah’a  verdikleri sözde  durmayan  bu  Hıristiyanların   ayrılığa  düştüklerini  ve  birbirleriyle  didiştiklerini   aktarmaktadırlar. Ayrıca   Hıristiyanlardan, Yahudilerden alınan  söz  gibi    kendilerine  hidayet  rehberi  olarak  gönderilen   Peygamberleri  Hz.İsa   ile  ileride  gelecek  Hz.Muhammed’e  inanmaları, ona  yardım  etmeleri   hususunda  söz  alınmıştı. Fakat  onlarda   Yahudiler  gibi sözlerinde   durmadılar. Hz.Muhammed’i inkar  ettiler  ve  O’na  iman  etmediler. Bir  olan  Allah’a üç  diyerek  inkarlarını  artırdılar.
Halbuki   Allah  yeryüzünde  yaşayan   Arap,acem,okuma-yazma bilmeyen  ve  okuma-yazma  bilen   tüm  insanlara   hidayet ve  hak  din  üzere  Resulü  Hz.Muhammed’i gönderdi. Bu  Resul   Hıristiyanların  kendilerine  gönderilen  İncil  hakkında   bilgi  sahibi idi. Çünkü  Allah  ona   bildiriyordu.Hıristiyanların   İncil’de  olup ta   gizlediklerini   de  Allah’ın  Resulü  biliyordu. Yahudiler  hesap  ve  ceza   gününü gizledikleri gibi, Hıristiyanlar  da  zinanın   kitaplarında  ki  hükmünü  gizliyorlardı.Bunların  hepsinden  önemlisi Allah’ın  gönderdiği dinlerin  en  temel prensibi, olmazsa  olmaz  şartı  olan   Tevhid   inancını  gizleyerek, Allah’ı  baba-oğul- ruh  şeklinde tasavvur ediyorlardı.Hz.Muhammed’in  de  okuma-yazma  bilmemesini  ayrı bir  fırsat  bilerek, bunların   hiç  birisini  bilemeyeceğini  sanıyorlardı. Gizlemelerinin  sebebi  ise; bildikleri  emirleri  yerine getirmemeleri  ve   insanlar  tarafından  emirlerin  bilinmesi  ile  kendi  kötü  hallerinin  açığa  çıkacağından   çekiniyorlardı. [63]     
Allah  Resulünün  Hıristiyanları  affetmesi   konusunu  incelemeye  çalıştığımız  bu  kısımda, bütün bu  anlatılanlardan sonra  nasıl   bir  affın gerçekleştiğini somut  bir şekilde   ifade  etmek gerekirse; Hristiyanlar   tarafından   fiili  bir  saldırı  söz  konusu  olmamakla beraber, bildikleri  halde  Allah’ı  ve Allah’ın  Peygamberi olan  Hz.Muhammed’i   yalanlamalarının  da bir çeşit  zulüm  olması  sebebiyle  affedilmeleri  söz konusu  olmaktadır. Yani,  Allah Resulü, gerçeği bilen, bildikleri  halde  gizleyen  ve  gerçeğe sırtlarını  çevirerek  inkarcı  olan özelde o  zaman  dilimindeki  Hıristiyanları, genelde  tüm bu davranışı   sergileyenleri  İslam’a  çağırmak suretiyle  affetmektedir. Onların  kötülükleri ve  yanlışlıkları, kötülüklerin  en  büyüğü  olan şirk  olduğu   halde, kendilerine  hiç  bir  zulüm  ve baskı  uygulanmadan  sadece  davet  edilmişler, böylece   bağışlanmışlardır.
Bizim   dikkatimizi   çeken  ve üzerinde   durulması  gereken    şu  hususu  burada belirtmem  gerektiğine  inanıyoruz.  Yahudiler’in   Hz.Muhammed   tarafından  affedilmeleri konusunu  aktarırken  Yahudiler  tarafından  Peygamberimize  ve arkadaşlarına  karşı  öldürmeye  teşebbüs,iftira ve   fitne çıkarma  gibi   saldırıların  olması  söz  konusu  edilmişti. Fakat  Hıristiyanlar  için  buna  benzer şeyleri   İslam  Tarihi  ve  Hadis  mecmualarında  görmemekteyiz. Necran  bölgesinde  oturan  Hıristiyanlarla   olan  ilişkiler  ile   Habeş  Kralı  olan ve  Hıristiyanlık  dinine  inanan  Necaşi’nin   İslam’a  ve  Müslümanlara  karşı  tutumu  bunun  böyle  olduğunu  göstermektedir.
İnsanları   uyarmakla   vazifeli  olan  Peygamber  ve  O’nun getirdiği  Kitap burada   nur  olarak   nitelendirilerek, “ Gerçekten  size Allah’tan bir  nur, apaçık  bir kitap  geldi ”  denilmektedir.Eğer  Nebi  Kur’ân  ve  İslam  ile  gelmemiş  olsaydı  ehl-i  kitaptan  ve  diğerlerinden  hiç  kimse  gerçeği , Allah’ın  dinini   bilemez   ve  Tevrat  ile   İncil’in  eksik  ve   bozulmuş  yerlerini anlayamazlardı.  Böyle  olunca  da  cehalet  karanlığı  ve  küfür  içinde  kalırlardı. Görmek  için gerekli  olan şeyin   nur   olduğunu, yani  ışık olduğunu  her akıl  sahibi  bilmektedir.[64]
 Kısaca   diyebiliriz  ki; gerçeği  görmek  isteyen  gözlere  yol  gösteren  Allah’ın son  Peygamberi  Hz.Muhammed’tir.                         
PEYGAMBERİMİZİN  MÜNAFIKLARA     KARŞI  AFFEDİCİ  TUTUMU
Medine’de   Müslümanlar arasında çıkardığı  fitne   ve kışkırtmaları ile  ün  bulan   Yahudi  Abdullah  b. Übeyy  . Selül’le  ilgili  şu  misal  de  çok  ilginçtir.
            “ Ensardan   Salimoğulları’nın   müttefiki  Sinan b.Vebre  el- Cüheni  ile  Cahcah b.Mesud  el-Gifari  kavga etmiş, Cahcah, Sinanı  tokatlamıştı.bunun üzerine  Sinan,” Yetişin Ey Ensar ! ” diye  yardım  istemiş, Cahcah’da : “ Yetişin  Ey Kureyş ! Yetişin Kinane ! “ diyerek  Kureyş  ve Kinaneyi  yardıma  çağırmıştı. Bu  sebeple  Ensar’la  Muhacirler  karşı   karşıya  gelmiş, birbirlerine  kılıçlarını sıyırmışlardı. Resulullah, duruma  müdahale  ederek, aralarındaki  anlaşmazlığı  giderip ortalığı yatıştırmasaydı, neredeyse  birbirleriyle  savaşacaklardı. Resul-i  Ekrem  onlara  şöyle demişti: “ Nedir  bu  cahiliye  halkının çığlığı ! Böyle  çağırmayı  bırakın, çünkü o bir fitnedir.”  Onun  sayesinde fitne  kısa  surede  yatıştı. Münafıkların  reisi  olan  Abdullah b. Übeyy b. Selül, Resulullah’a  karşı  kin  besliyordu. Zira  o Resulullah’ın  Medine’ye  hicretinden  önce orada  reisliğe  hazırlanıyordu, hatta reislik  tacını  giyerek  efendilik  koltuğuna   oturmasına az kalmıştı. Bu  kinini  sakladı, Resulullah’a  karşı nefsindeki  bu  kini, İslam  ve Müslümanları  hoş   görmeme  duygusunu  açığa  vuruyor, muhacirlerin  Medine’den  sürülmesini  teklif ediyor  ve  Medine’de  durumun  hicretten  öncekine  dönmesi  hususunda  kavmini  kışkırtıyordu. Abdullah, Ensar’la  Muhacirler   arasında   çıkan  bu  hadise üzerine şöyle demişti : “ Bunu  yaptılar ha! Kendi  yurdumuzda  bize  düşmanlık gösterdiler ve  bizden  çok  oldular. Vallahi Kureyş  artıkları ile halimiz, tıpkı birini  söylediği gibi  besle  köpeğini  yesin  seni, misalidir. Bu  sözler  Resulullah’a  ulaştırılınca, Hz.Ömer, Abdullah’ı  öldürmek  teklifinde  bulundu, fakat  Peygamberimiz   onu  men ederek , “ Bu  nasıl olur Ya  Ömer?  O zaman halk, Muhammed  ashabını öldürüyor   diye  yaygara  koparırlar. ” buyurdu. ” [65]
            İslam  tarihi  ile  ilgili  kaynaklarda  ve   hadis  mecmualarında    buna  benzer  bir  çok  örnekle  karşılaşmamız  mümkündür.
Öz  bir şekilde  ifade  etmeye   çalışacak  olursak, Allah  İslam’ı  tebliğ ile  görevlendirdiği  yüce  Nebisi  Hz.Muhammed’e  İsrailoğullarının  ihanet, hile, tuzak  ve  kötülüklerini  affet, seninle  harp  etmeyip   zarar  vermeyenlerine  de  aldırış  etme. Çünkü  Allah  iyi  davrananları  sever, diyerek  sesleniyordu.  [66]    
Hz.Muhammed  döneminde  de  İsrailoğullarının  benzer  davranışlarının  devam ettiği, fakat  buna  rağmen  Allah  Resulünün  onların can,mal  ve  din  hürriyetlerini  teminat  altına     alarak  Medine’de   savaşmamak ve saldırmamak  konusunda  anlaşma  imzaladığı, onların ise  bu  anlaşmayı  bozarak   çeşitli  entrikalar  planladıkları  bilinmektedir.Medine’de  Beni Kaynuka, Beni  Nadir  ve Beni  Kurayza  adlarında   Yahudi  kabileleri  bulunuyordu. Bunlardan  Beni  Kaynuka ilk  olarak  anlaşmayı  bozup, açıktan  Peygamberimize  harp  ilan  edenlerdi. Yenildiler  ve  susturuldular. Bu  arada  Yahudi olup, Müslüman  olduğunu  söyleyen  münafıkların  reisi  Abdullah b. Übeyy    bağışlandı. İşte  bu  af  ve   vazgeçmedir. Yine, Beni  Nadir  de  anlaşmayı  bozdu. Hz.Muhammed’i öldürmeye  kalkıştılar. Allah Resulü barışı  seçti ve  onlara  on  gün  içinde  Medine’yi  terk  etmelerini    emretti. Onlar  günlerce  kalarak  savaşa  hazırlık  yaptılar. Allah  Resulü  üzerlerine yürüdü  ve  onlar kalelerine  çekildiler. Sonunda   savunmaya  güçleri  kalmayınca  çıkmaya razı  oldular. Resulullah’ın  hepsini  yok  etmeye  gücü  yettiği halde , onları  Medine’den  bütün  eşyaları ile  silahsız  olarak çıkmalarını  istedi. Onlar da Hayber  denilen  yere  çekildiler. İşte bütün bunlarda   af   ve  vazgeçmedir.[67]          
Af  yolunu tavsiye eden ve bunu  bizzat   hayatında   tatbik  eden   Hz.Peygamber  Efendimiz’in gayesi  ne  idi, niçin bu  yolu  tercih  ediyordu   acaba ?
“Af  yolunu  seçip, ihsan sergilemek, en  azılı  düşmanları  bile  sıcak  dostlar  haline getirebilir. Düşmanlığı   kırıp, acıyı  tatlıya, öfke  ve  kini kucaklaşma ve sevgiye  dönüştürmek  sabır, af  ve   ihsan yolunu  seçenlerin  gerçekleştirecekleri    mutluluktur. ” [68]
Peygamberimizin  en  güzel  ahlak  üzere  olduğu, bunun  neticesi  olarak ta   kendisine   karşı  yapılan  zulüm  ve  kötülükleri   affetme  yolunu seçtiği   bir  gerçektir. Çünkü  Peygamberimiz  öncelikle  Allah  tarafından  terbiye edilmiş  ve  tüm  insanlara  kıyamete kadar  en güzel  bir  örnek  olarak  takdim edilmiştir.
Peygambere  emredilen  affetme  ve aldırış etmeme  emri   sadece  üstün  ahlak  sahibi  kimseler  için mi, yoksa  herkes  için  mi  geçerli  olacaktır ?
Bu  ayetlerle   anlatılanlara  baktığımızda, affetme  ve  aldırış  etmeme  emri  öncelikle  üstün  ahlak sahibi  olan  kimselerin  yolu  olmalıdır. Çünkü  mutlak  emir ( Bu  ayette gelen  emir  fiil  mutlak  emir  formunda  gelmiştir.) esasen  ne  genellik  belirtir, ne  de tekrarı  ifade  eder. Şu  halde söylenenlerin  özeti; geçmişi  affet, gelecekte de her  hainliği cezalandırma  taraftarı  olma demek  olur.[69] 
Dünyaya  geldiği  Mekke’de   ve    ömrünün   kısa  bir bölümünü geçirdiği  Medine’de   kendi  yaşantısıyla  kusursuz   ahlak  modeli  sunan, bu  geçici  dünyayı  terk  etmesiyle  de   kıyamete   kadar  model   olmaya  devam edecek  olan  Resulullah   bizzat  Kur’ân’ı ,  başka bir  ifadeyle  anlatmak  gerekirse   Allah’a  ve  ahiret  gününe   iman  etmeyi  insanlara  sunarak     üstün  ahlakî  öğretiler   gerçekleştirmiştir.
Bu  ahlaki  öğretilerden birisi  de hiç kuşkusuz , Resulullah’ın   inkarcılara, ehl-i  kitaba ve  Müminlere  karşı   gösterdiği  hoşgörülü  davranışı, yani  affedici  olmasıdır. Biz  bu  bölümde  fazla ayrıntılara  girmeden,  Kur’ân   aydınlığında  Peygamberimizin  affedici  olmasını  inceledik. O’nun  İslam  dinini   tebliğdeki  başarısının   ve tüm  dünyada  eşsiz  bir  insan olarak  tanınmasının  altında  yatan  hikmetin  diğer güzel  özellikleri  yanında, özellikle  affeden  bir  ahlaka sahip  olmasında  olduğu  kanaatine  böylece  ulaşmış  olduk.
Öz  bir  ifadeyle söylemek  gerekirse; bundan  sonra  ki  devir  ve  durumlarda   davasında  başarılı  olmak, kıyamete kadar  güzel  insan  olarak bilinmek, kendisine, topluma  karşı  sorumluluk  duyan ve  huzurlu  bir dünyada  yaşamak  isteyen   her  kes  için   anlatılanların  değerlendirilmesi    mutlaka  gereklidir,  diyoruz. 






                   







[1] 9 Tevbe  28.
[2] Hamidullah, İslam  Peygamberi, I,  3-6.




[3] 6 En’âm 130
[4] 7 A’râf   35
[5] 16 Nahl 36
[6] 14  İbrahim  11
[7] 33 Ahzâb 40
[8] 34 Sebe’ 28
[9] 21 Enbiyâ  107
[10] 17 İsrâ 93
[11] 21 Enbiyâ  109
[12] 12 Yusuf 104
[13] 68 Kalem  4
[14] Suat  Yıldırım, Kur’anda  Uluhiyyet,  İstanbul  1987,1-22.
[15] 14  İbrahim  11; 11 Hud  31.  
[16] 40 Mü’min 78
[17] 31  Lokman  13
[18] 6  En’am  82
[19] 43  Zuhruf  22-23.
[20] 14 İbrahim 44
[21] 33 Ahzâb 21
[22] 29  Kalem  2
[23] Aflazur Rahman, Siret  Ansiklopedisi,  İstanbul  1996, I,52-55.
[24] 3 Ali  İmrân 159.
[25] 3  Ali  İmrân 152-158.
[26] M.Asım  Köksal, İslam  Tarihi, III, 174.
[27] Müslim, İmân, 346, (202).      
[28] İbn Kesîr, Tefsiru’l Kur’âni’l azîm, IV,151; Kurtubî,,el- Câmi’ li  ahkâmi’l Kur’ân, IV, 249 ;Taberî, Câmiu’l- Beyân, IV,152; Şevkanî, Fethu’l- kadir, I, 476.
[29] Kâdî  İyâz, Şerhu  Şifâ  li  Kâdî  Iyâz, Beyrut   ty, 295-298.
[30] Reşid  Rızâ., Menâr , IV, 198-199 ; Konyalı  Vehbi  Efendi, Hulasatü’l- Beyân, II, 766 ; Süleyman .Ateş, Yüce  Kur’ân’ın  Çağdaş  Tefsiri, II, 125.
[31] Buhârî, Rikâk 26, Enbiyâ 40; Müslim, Fezâil 17, (2284)
[32] 94  İnşirah 1-3.
[33] Adil  Çitçi,  Fazlurrahman ile  İslamı  Yeniden  Düşünmek, Ankara   2000, 179,200,231.
[34] 7 A’râf   199.
[35] 7 A’râf   197-198.
[36] Taberî, Câmiu’l- Beyân, IX,153-155.
[37] 26 Şuârâ  214-216.
[38] H. İbrahim  Hasan, İslâm  Tarihi, I,107-109.
[39] M.Asım  Köksal, İslam  Tarihi,Hz.Muhammed  ve  İslamiyet,  İstanbul  1981, IV, 64-65.
[40] Kurtubî, Câmiu’l- Beyân, VII, 344-346.
[41] İbn  Kesîr, Tefsiru’l- Kur’âni’l-azîm, II, 348,349.
[42] Şevkanî, Fethu’l  Kadîr, II, 294.
[43] Muhammed  Hamidullah, İslam  Peygamberi, ( trc: Salih  Tuğ ) İstanbul  1980,I, 267-268.
[44]İbn  Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, Abdülmelik  b. Hişâm, (thk: Muhammed  Ali  Kutup, Muhammed  ed-Deli  Balta) , Beyrut 1995, IV,55;  Muhammed  Asîrî, er-Rahmetü fi’l Kur’ân, Riyad  1992, 259.
[45] a.g.e.
[46] Hamidullah, İslam  Peygamberi, I, 268-269.
[47] Bağâvî, Meâlîmu’t-tenzîl, II,634.
[48] Seyyid  Kutub,Fî  Zilâl, III, 1419 .
[49] 4 Nisâ 171.
[50] 4 Nisâ 153.
[51] 5 Mâide 18,19.
[52] Hamidullah, İslam  Peygamberi, I , 552,553.
[53] A.g.e., 617.
[54] 5 Mâide  13.
[55] İbn  Kesîr,Tefsiru’l Kur’âni’l- azîm,II, 34 ;Taberî, Câmiu’l-Beyân,VI, 158.  
[56]  2 Bakara  62.
[57] Hamidullah, İslam  Peygamberi, I , 584-585.
[58] Buharî, İsti’zân, 22 ( 6256 ); Müslim,  Edeb, 9.
[59] 5  Mâide  17.
[60] 61 Saf  6.
[61] 4 Nisâ  157,158.
[62] 5 Mâide  14,15.
[63] İbn Kesîr,Tefsiru’l- Kur’âni’l  azîm,II, 34,35; Taberî,Câmiu’l- Beyân,VI,1612;Reşid Rızâ, Menâr,VI,303,304 ; Seyyid  Kutub,Fî Zilâl,.II,861 ;Elmalı, Hak  Dini,III,189-193.
[64] Reşid  Rızâ, Menâr,VI, 304.
[65] H.İbrahim Hasan, İslam  Tarihi, I, 166.
[66] Hâzin, Lubâbu’t-te’vil, II, 237;Konyalı  Vehbi  Efendi,Hülasatü’l-beyân, III, 1171-1175; Süleyman  Ateş, Yüce  Kur’ân’ın  Çağdaş Tefsiri, II,491.
[67] Reşid  Rızâ, Menâr,VI, 280-287.
[68] Y.Nuri  Öztürk, Kur’ânın  Temel  Kavramları,İstanbul  1994, 28.
[69] Elmalı, Hak  Dini, III, 185.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder