ÖNSÖZ
İnsanın anlaşılması ve
hemcinsleriyle ilişkileri, kendini, Yaratıcı’nın sorumlu
bir kulu olarak
tanıyan her akıl
sahibinin gündeminde bulunmuştur.
“ Kendini tanıyan, Yaratıcı’sını
da tanır”, ifadesi ancak insanoğlunun
hayat süreci
içerisinde bir anlam
kazanabilir.Rabbimiz, dünya sahasına
gönderdiği insana kabiliyetlerle beraber
görevler de yüklemiştir. Ayağa kalkmayı
bile sonradan öğrenmek
zorunda olan insan,
kabiliyet ve görevleri
aynı olan diğer
insanlarla da beraber yaşamak zorundadır.
Allah tarafından
insana yüklenen sorumluluklar, indirildiği günden
bu güne kadar
tüm insanlara hidayet
kaynağı olması ve
ahlakî öğretiler sunması
ile yol göstermeye devam
eden Kur’ân’da
bulunmaktadır.Yüzyıllardır bir çok
insanın ruh dünyasını
düzenlemiş, olumsuz
davranışlarını terbiye etmiş
olan bu
kitap elbette fonksiyonunu dünya
durdukça sürdürecektir.
Kur’ân’ın değer verdiği
erdemli insanın davranışlarından biri
olan affedici
olmanın nasıl
ve niçin olduğunu
çalışma konusu olarak
seçmemiz de Kur’ân’ın
ahlakî öğretilerinin anlaşılması
hedefiyle alakalıdır.
Çalışmamız, insan davranışlarından biri
ve en önemlisi olan
af olğusunu irdeleyerek, manevi dünyamızın
güzel medeniyetlerinden af
medeniyeti’ ni kurabilme
çabasındaki çalışmalara bir
başlangıçtır. Bu çalışma, eksikliklerine
rağmen, samimi ve affa
en çok muhtaç
bir ruhun ürünüdür.Bu ulvî
çalışmaya bizi yönlendiren,
her türlü fikir
ve görüşleriyle yardımcı
olan saygıdeğer hocalarımdan
danışman hocam Yrd. Doç.Dr. Hasan KESKİN
bey’e, yine değerli hocalarım
Doç.Dr. Ali AKPINAR, Doç. Dr.
Talip ÖZDEŞ bey’lere katkılarından
dolayı,çalışmamızı
hazırlarken muhteva ve disiplininden yararlandığımız Kur’an-ı Kerimde Din
Kavramı adlı doktora
tezinin sahibi Yrd.Doç.Dr. İsmail ÇALIŞKAN
bey’e ve bilgisayar ortamında
teknik olarak yardımlarından dolayı
kıymetli oğlum Abdullah
Halis ŞAHİN’e de
en içten teşekkürlerimi sunmayı
bir borç biliriz.
Başarı mutlaka
Allah’tandır.
Tarık ŞAHİN
Sivas Temmuz- 2001
PEYGAMBERİMİZİN HAYAT
GAYESİ
Peygamberimiz Hz.Muhammed
( s.a.v.) insanlar içinden
seçilmiş, inanlara karşı
çok şefkatli ve merhametli bir
Peygamberdir. [1]
Ahlak
ve insanların huyları
söz konusu olduğunda
hiç bir kimsenin
itiraz etmeden en
üstün ahlak üzere
olduğunda şüphesi olmayan
ender insanlardan birisi
Hz. Muhammed’tir.Bütün insanlara
rahmet olarak gönderilen Allah’ın
son Peygamberi Hz.Muhammed (s.a.v.) efendimizin hayat
gayesini öz bir
şekilde şöylece ifade edebiliriz:
Peygamberimiz Hz.Muhammed
İlahi Tebliğe başladığı ilk
günden itibaren bütün insanlığa hitap ediyor
ve ırk, sınıf farkı
tanımadan bütün insanların
mutlak eşitliğini, ancak Allah’tan
gereği gibi sakınanların
üstün olabileceği fikrini
anlatmaya gayret ediyordu.
Dünyada yaşayan
insanlar içerisinde “ Mutlak
Kötü İnsan” veya
“ Mutlak İyi İnsan ” çok nadir olarak
karşılaşılan
kimselerdir.Çoğunluk itibariyle insanlar “Vasat İnsan ”
olarak bilinmektedirler.
İşte Hz.Muhammed, kendisini
hiç bir zaman
“Melek ” tabiatlı insanlarla sınırlandırmamış, aksine
insanların büyük çoğunluğunu oluşturan
ortalama insan topluluğuna
hitap etmiştir.
İnsanlar arasında
ve İnsanlık tarihinde kendi
alanlarında büyük işler
başarmış ve büyüklükler yapmış
hükümdarlar, fatihler ve veliler
olmuştur. Fakat Peygamberimiz bütün
üstün vasıfları kendisinde
toplayan tek insandır.
İslam dinini
öğreticisi, tebliğ edicisi,
Allah’ın sevgili bir
kulu ve kendisine
vahy edilenleri yaşayan,
gerçekleştiren bir kimse olarak
baktığımızda O’nun hayatının kusursuz
ve tam bir masumiyet içinde olduğun
görmekteyiz. Allah Resulü kendisini
emrettiği ve yapılmasını istediği
hiç bir şeyin üstünde
görmemiş, aksine ashabıyla birlikte
namaz kılmış, oruç tutmuş ve
sadaka ve zekat vermişti. Harp zamanlarında
olsun, barış zamanlarında olsun
düşmanlarına ve herkese
karşı merhametli davranmıştır.
İnsanlık
tarihinin gördüğü ve göreceği
en mükemmel insan olan Hz.Muhammed
Efendimiz, insan hayatının bütün
yönleriyle ilgilenmişti. O,
inanışlar, ruhi-manevi alan, ahlak, iktisat, siyaset, yani ister
ferdi, isterse toplumu ilgilendiren
her alanda kurallar getirmiş, bütün bunların ötesinde kendi
şahsında en güzel örnekleri
bizlere bırakmıştır. [2]
HZ.MUHAMMED’İN AFFEDİCİLİK
ÖZELLİĞİ
Peygamberler dünya
kurulduğundan beri maddi ve manevi anlamda
insanların ellerinden tutan
ve insanlara yol gösteren
rehberlerdir. İnsan
oldukları için ve
insanlarla beraber yaşadıkları için her
türlü sosyal faaliyetin
içinde olmaları da en
doğal yönleridir. Allah, Peygamberleri seçerek
onları çok ağır
ve önemli sorumluluklar ile görevlendirmiştir. Çünkü Peygamberler
inanç ve ahlak açısından
bozulmuş toplumları Allah’tan başka ilaha
tapınmamaya ve ahlakî çirkinliklerini terk ederek
iyi insan olmayı
öğütlemişlerdir.
İnsanlara,
Peygamberleri ve Peygamberlerin öğütlediklerini en
güzel şekilde ve
en sade şekilde
Kur’ân şöyle anlatmaktadır:
“ Ey
cin ve insan
topluluğu, içinizden size ayetlerimi
nakleden ve ( kıyamette )
bugününüze kavuşmak hususunda sizi
uyaran peygamberler gelmedi mi? ”[3]
“ Ey Âdemoğulları, içinizden size
ayetlerimi anlatan bir
peygamber gelince, kim Allah’ın
emrine uyar, karşı davranışlardan sakınır ve
kendini düzeltirse onlara hiçbir korku
yoktur ve onlar üzülmeyecektir.” [4]
“
Andolsun biz her ümmete
‘ Allah’a kulluk edin
ve tağuttan sakının diye bir
peygamber gönderdik. Onlardan
kimine Allah hidayet etti, onlardan kiminin
üzerine de sapıklık
hak oldu.işte yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonu nasıl oldu
bakın ! ”[5]
“
Resulleri de onlara
dediler ki: biz de sizin gibi
bir insandan başka değiliz.Fakat Allah kullarından
dilediğine nimeti lûtfeder. Allah’ın izni
olmadan bizim, size bir
delil getirmemize imkan yoktur.inananlar ancak Allah’a
güvenip dayansınlar.”[6]
İlahi mesaj
içerisinde Peygamberlerin gönderilmesi
ve sorumlulukları ile ilgili
bir çok ayet bulunmaktadır.Sayılarını tam
olarak bilemediğimiz Peygamberlerin sonuncusu
[7]Hz.
Muhammed (s.a.v.) ‘dir. Peygamberimiz
de kendisinden önce seçilen
diğer Peygamberler gibi
olmakla beraber, kıyamete kadar
gelecek olan tüm insanlar [8]
için gönderilmiştir. Ayrıca Peygamber
efendimiz âlemlere rahmet
[9]
bizler gibi bir insan [10] tebliğ
görevini tastamam yerine
getiren [11]
tebliği için ücret
istemeyen [12] ve en
üstün ahlâka sahip
olan [13] Allah’ın
elçisidir.
İslam
dini Mekke şehrinin
ufuklarını nurlandırmaya başladığı
andan itibaren Tevhid’ten
uzak bir şekilde yaşayan
insanların İslam dinine
davet edilmesi sürecinde
öncelikle nefislerinde köklü bir
değişim gerçekleştirmeleri sorunu
bulunmaktaydı.
Çünkü onlar
çeşitli etkenler yüzünden
yaratıcı ile kendileri
arasına bir takım
aracılar koymuşlardı. Kur’an indiği
o dönemde o
coğrafyada yaşayan müşrikler, Yahudiler ve
Hırıstiyanlar arasında zorunlu
varlık olarak, yalnız
Allah’ı kabul etmek,
gökleri, yeri ve onlardaki
bütün cevherleri, yalnız Allah’ın
yarattığını ikrar
etmek konusunda bir ihtilaf yoktu. Fakat göklerin
ve yerin ve bunların
arasında bulunan her
şeyin idaresinin yalnız
Allah’a ait olduğunu kabul
etmek ve ibadeti,
sırf Allah’a hasretmek
konularında hakikatten ayrılıyorlardı.[14]
İnsanın
yaratılışı kadar eski
ve insanın fıtratına aykırı
olan bu durumun
ortadan kaldırılması ise
insan olan ve insanlar
içinden seçilen Peygamberler [15]
aracılığı ile olmuştur. Başta Peygamberimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.) olmak
üzere diğer tüm
isimleri Kur’an’da zikredilen ve
kıssaları anlatılan Peygamberler[16] şirk
inancını kaldırıp yerine
Tevhid inancını yerleştirmek
için affedici olmuşlardır. Öyle ki Onların bu
hasletleri diğer hiçbir
insanda mevcut olmamıştır. Çünkü şirk,
zülüm olarak vasıflandırılmakta[17] ve tüm
haksızlıkların kaynağı [18]
olarak bilinmektedir. Zülüm ve
haksızlıkların tek kaynağı
olması dolayısıyla da
Kur’an mesajını anlatmaya
başladığında şirk’i tamamen
temizleme hedefiyle ortaya çıkmıştır. Şirk inancına
sahip olunan bir
toplumda sosyal ilişkiler
ve kişilik belirtileri
sağlıksız olmakta ve
kuvvetli olanlar zayıfları
ezmekte olması kaçınılmaz
bir vakıa olarak
belirginleşmektedir.
Nitekim
İslam’ı kabullenmeye yanaşmayan
hatta kaba kuvvet
kullanarak varlığına bile
tahammül edemeyen, her türlü
uyarmaya ve kendilerine
tanıtılan Allah’a inanmayı
reddeden müşrikler bu tavırlarının doğru
olduğunu da söylemekten
geri durmuyorlardı ve
Kur’an’ın ifadesiyle :
“ Hayır
! sadece
biz babalarımızı bir
din üzere bulduk, biz de onların
izinde gidiyoruz derler. Senden önce
de hangi memlekete
uyarıcı göndermişsek mutlaka
onların varlıklıları : Babalarımızı bir
din üzere bulduk. Biz
de onların izlerine
uyarız, derlerdi. ” [19]
mazeretini ileri sürüyorlardı.
Biz bu
kitapçıkta insan olmasıyla
bizlere örnek olan Hz.Muhammed ( s.a.v.)’in Kur’ân’da
belirtilen affedici olma
ahlâkından söz edeceğimiz
için diğer ahlaki vasıflarını
bildiren ayet numaralarını dipnotta
vererek konuya girmeyi uygun
bulduk. Peygamberimizin,
Allah’ın affedicilik özelliğini
kendi hayatında yaşaması
bizlere affın sosyal
boyutunu öğretmektedir.Kur’ân’ın hem
tebliğ edicisi hem de
tebyin,[20]
yani etrafında bulunan
insanlara önce bizzat
kendisinde uygulayarak yaşayan
kişi olan Peygamberimiz ruh
terbiyemiz için gerekli olan
esasları tanıtmaktadır. Kim Allah’ı
en iyi şekilde
tanımak ve Allah’ın kendisi için neler emrettiğini
öğrenmek isterse muhakkak
ki Allah’ın son
Peygamberi ve Allah’ın
tüm buyruklarını yaşayışında
tatbik ederek örnek
olan Peygamberini tanımak
zorundadır. Örnek davranışları teker
teker Kur’ân’da bildirilen
Hz.Muhammed’in örnek davranışlarını sergilerken
beslendiği tek kaynak
son kitap Kur’ân’dı. Allah Kur’ân’ında
kendisine ait özellikleri
sıralamakta ve Resul’ününde
belirtilen ahlak ile
ahlaklandığını belirtmektedir.
“
Andolsun ki, Resûlullah, sizin için
Allah’a ve ahiret
gününe kavuşmayı umanlar
ve Allah’ı çok
zikredenler için güzel
bir örnektir.”[21]
“ Ve sen
elbette yüce bir
ahlak üzeresin. ”[22]
Şurası muhakkak
ki, Peygamberimiz üstün ahlakı
ile her davranışıyla bilinmeye
ve tanınmaya en çok
layık olan insandır. Zaten Peygamberimizin ahlakını inceleyen
ve anlatan bir çok eser
de verilmiştir ve verilmeye
de devam edecektir. Çünkü dünya yaşlandıkça Hz:Muhammed (s.a.v) gençleşmektedir. Manevi tarafıyla
hep yaşamış olan Hz.Muhammed’in affedicilik özelliğini
Kur’ân’da tüm boyutlarıyla
belirtilmektedir.
Allah’ın Resulü
kötülüğe karşı kötülükle karşılık
vermez, Allah’ın ahlak ile
ahlaklanmış insanların en
mükemmeli olması itibariyle
bağışlamayı ve affetmeyi tercih
ederdi. Eğer daha göze
çarpıcı olması bakımından Peygamberimizin hayatında
köşe taşları olan
affedicilik özelliğini görmek
gerekirse şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
Doğduğu, büyüdüğü,yetiştiği ve
çok sevdiği Mekke’de kendi kabilesi Kureyş’liler
onu azarladılar, alay ettiler, küçük gördüler, sataştılar, saldırdılar ve
sövdüler. Hatta sevdiği memleketi
Mekke’den Medine’ye göç ettiğinde
onu öldürmeye çalıştılar. Ona karşı meydan savaşları
açtılar ve suikastlar
düzenlediler. Fakat 10.000.
kişilik orduyla Mekke’ye
feth ederek girdiğinde
hiç kimseden intikam almadı ve
herkesi affetti. Yine bir çok
savaşta yer alan meşhur
Ebû Süfyan’ı ve evine sığınanları
da affetmiştir.
İslam dinini
anlatmak üzere Mekke yakınlarında ki Taif
beldesini ziyaret ettiğinde
kendisini taşlatan o
beldenin ileri gelenlerini
de affetmiştir.
Hayatı boyunca
İslam dinin karşı çalışan, Peygamberimizin itibarını
düşürmek için her
fırsatı değerlendiren, Uhud
savaşında 300 taraftarını
geri çekerek Müslümanların bel kemiğini
kıran, Resulullahın hanımı Hz.Aişe
hakkında iftira atarak
“ ifk ” olayını çıkaran (
24 Nûr 11 ), fitne ve
Allah’ın Resulüne zarar
vermek amacıyla Mescidi Dirar’ı
yaptıran ( 9 Tevbe 107 ), Mekke
müşriklerini Müslümanlara karşı
kışkırtan ve akla
gelmedik entrikalar çeviren
Medine’li münafıkların
lideri Abdullah b.Ubey’i
de Allah Resulü affetmiştir.
Medine’de yaşayan
Yahudiler sürekli Müslümanlara karşı saldırgan
davranışlar içinde olmalarına
rağmen,Peygamberimiz onları
affetmiş ve onlara
nazik davranmıştır.
Uhud savaşında
Peygamberimzin öz amcası Hamza’yı çok hunhar bir
şekilde şehit eden
Habeş’li Vahşi Mekke’nin
fethinden sonra İslam’a girmiş ve Peygamberimiz onu da affetmiştir. Aynı savaşta
Ebû Süfyan’ın karısı Hind, Hz. Hamza’nın göğsünü
yararak ciğer ve kalbini parçalamış, sonra da İslam’a girmişti. Peygamberimiz onu da
affetmişti. Yine bu savaşta
peygamberimizin dört dişi
kırılmış, baş ve yüzünden de
yaralanmıştı. Kendisine beddua etmesi
teklifleri yapılınca,
Peygamberimiz yine affetmeyi
tercih etmişti.
İslam dininin
azılı düşmanlarından Ebû
Cehil’in oğlu İkrime’yi de Peygamberimiz
affettti.
Habir b. Esved
de İslam’ın ve Resullullahın azılı
düşmanlarından biriydi.
Peygamberimizin kızlarından olan Zeynep
(r.a.) Medine’ye hicret
ederken hamile olduğu
halde devesinden kasten
aşağıya atmıştı. Zeynep yaralanmış
ve çocuğunu düşürmüştü. Buna rağmen Mekke’nin fethinden
sonra Resulullah’a geldi ve
Peygamberimiz de onu
affetti.
Hudeybiye antlaşmasının yürürlükte
olduğu dönemde Ten’im
dağından Peygamberimizi öldürmek maksadıyla inen sekiz kişilik
grubu da affetmişti.
Hayberde Yahudi
bir kadın Peygamberimizi zehirli
et ile öldürmek
istemiş, fakat bunu başaramamıştı. Resulullah bu kadını
da affetti. [23]
Allah Resulünün
affedicilik özelliğinden bazı
bölümleri özet bir
şekilde buraya alırken,
amacımız Peygamberimizin üstün
ahlakının tüm yönlerini irdelemek
değildir. Çünkü bu araştırmanın
hem boyutları hem
de hedefi açısından buna imkan bulunmamaktadır. Ancak Peygamberimizin Kur’ân’ın
canlı örneği olması,
doğruluk ve affedicilikte
eşi görülmemiş bir özelliğe
sahip olması bu
maddeleri sıralamayı gerekli
kıldı. Peygamberimiz affı nasıl
gerçekleştirmiş ve nasıl
bizlere pratiğini göstermiş
sorusunu da Kur’ânda bizzat Allah’ın Peygamberimize bununla
ilgili tavsiyelerinden öğrenmekteyiz.
HZ.MUHAMMED’İN UHUD
SAVAŞINDA MÜSLÜMÜNLARI AFFETMESİ
Kendi şahsında
en güzel örnekler
bırakarak bizlere yaşanabilir
bir dünyanın ve kardeşçe
yaşamanın da yollarını
gösteren Allah Resulü’nün iman
edenlere karşı davranışı ayrı
bir inceleme alanını oluşturmaktadır. O, şirk
karanlığından kurtulup Tevhid’in
aydınlığına kavuşan
Müminlere karşı her
durum ve şartta
affeden bir davranışla
muamele ediyordu. Çünkü O’nun
yaratılışı buna uygundu ve
böyle yapması gerekiyordu.
“ ( Ey
Resulüm !) Allah’tan bir rahmet
sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba
ve katı yürekli olsaydın, elbette onlar
etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları
affet,onlar için mağfiret
dile ve işleri hususunda onlara danış, fakat karar verdiğin
zaman, artık Allah’a güvenip
dayan. Şüphesiz Allah kendisine
güvenip dayananları sever.” [24]
Uhud savaşı
ve bu savaşta
olup bitenleri anlatan
bu ayeti kerime
af ve rahmet
Peygamberi olan Hz. Muhammed’in farklı
bir yönünü daha ortaya çıkarmış olmaktadır. Allah’tan bir
rahmet sebebiyle, rahmet
Peygamberi olduğunu tüm
tavır ve davranışlarıyla ispat eden
Hz.Muhammed (s.a.v )’in Mü’minlere
karşı merhameti, dolayısıyla da kendisine
karşı yapılan itaatsizliğe
rağmen Müminleri affetmesi, Peygamberin affı
husususun incelenmeye değer
bir yönüdür.
Allah,
Müminlerin Mekke müşrikleriyle
giriştikleri Uhud muharebesinde Allah’ın
inananlarla beraber olduğu (8
Enfal 19 ) gerçeğini ilk
anlarda galip olarak
yaşadıklarını , fakat savaşın ilerleyen
saatlerinde ganimet sevgisi
ile Peygamberin verdiği emir
konusunda gevşeklik gösterdiklerini, bunun üzerine
Allah’ın Peygamberi de
dahil olmak üzere
birçok Müslüman’ın yaralandığı
veya şehit olduğunu, bir kısım
insanların ise şeytanını vesvesesi
ile harp meydanını
terk ettiklerini haber vermektedir.[25]
Bütün bu
olanlardan sonra, Müminlerin zaferi ile
başlayan Uhud savaşı
yenilgiye benzeyen bir
hale dönüşmüştü. Müslümanlar dağılmışlar
ve müşrikler Peygamberimizin yanına
kadar sokulmuşlardı.
Peygamberimizin hayatına son vermek
için and içen müşriklerden
Utbe b. Ebî Vakkas’ın attığı
taşlar, Peygamberimizin yüzüne isabet
etti. Alt dudağı yaralandı. Alt çenesinin
sağ yanında ki kesici
dişi kırıldı. İbn-i Şihap da, Peygamberimizin yüzüne taş vurmuştu. [26]
Müşriklerden bir
çok eziyet gören
Allah’ın Resulü, Müminlerin de
zaafıyla karşı karşıya
kalmıştı. Ancak O,
kendisine vahy edileni
bildirmekle görevli bir
Peygamberdi. Bunu için
Müminlere yumuşak davranmak, kaba ve
katı yürekli olmaktan uzak
olmak zorundaydı.Böyle
davranmaz ise, onların etrafından
dağılıp gitmeleri söz
konusu olabilirdi.
Kendisine emanet
edilen ümmetine göz bebeği
gibi özen gösteren Hz.Peygamber
Efendimiz’in dualarından birisini
nakledersek, O’nun nasıl bir ahlaka
sahip olduğunu anlamakla
beraber,ümmetine olan düşkünlüğünü
ve ümmeti hakkındaki
dilediğini de öğrenmiş olabiliriz.
İbnu Amr
İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
(Hz. İbrahim'in duası olan): "Ey
Rabbim şüphesiz
ki o
putlar insanlardan pek çoğunu saptırmaya sebebtir. Kim bana uyarsa muhakkak ki o bendendir.
Kim de emirlerime karşı gelirse, şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicisin"(14 İbrahim 36) mealindeki ayeti ile, Hz.İsa'nın duası
olan: " Eger onlara azab edersen onlar senin kullarındır. Eger onları bağışlarsan, elbette sen dilediğini yapmaya kadirsin ve sen herşeyi hikmetle
yaparsın" (5 Maide 113) mealindeki ayeti tilavet buyurdu
ve ellerini kaldırdı,şöyle yalvardı:
"Allahım! Ümmetimi
(magfiret et), ümmetimi (magfiret
et!)" ve ağladı. Allah
Teâla Hazretleri: "Ey Cibril, Muhammed'e git! dedi. -Rabbin bildiği halde-
niye ağladığını sor!" diye emretti. Cebrail
aleyhisselam, O'na gelip niye ağladığını sordu. (Rabb Teâla'ya dِönüp
Muhammed'in) ne söylediği -O çok iyi
bildiği halde- haber verdi. Bunun
üzerine Allah Teâla Hazretleri: "Ey Cebrail! Muhammed'e git ve ona sِöyle
ki: "Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz, asla
kederlendirmeyeğiz" [27]
Peygamberin duası
yerde kalmayacağına göre, rahmet
eseri olarak Peygamberimize üstün
ahlak özelliklerinden olan
şefkat ve merhametin
verilmesi ve Peygamberin
yumuşak huylu kılınması
gibi ahlakî üstünlükler ortaya
çıkmaktadır.
Bunlar, Peygamberin ahlakıdır ki; Kur’ân’da
bildirilen şu ayet
bunu desteklemektedir. “ Andolsun
size kendinizden öyle
bir Peygamber geldi ki, sıkıntıya
uğramanız O’na çok
ağır gelir. Size çok
düşkün, Müminlere çok şefkatli, çok
merhametlidir. ”( 9
Tevbe 128 ) Peygamberimizin, Onları
affeden, onların hakkında yaptıkları
hatalar yüzünden dolayı istiğfarda
bulunan ve işlerinde daima onlarla
istişare eden bir
Peygamber olduğu vurgulanırken, Bedir’de, Uhud’da ve
Hendek savaşlarında hep Müslümanlarla
danıştığı ve hiçbir
zaman iman edenlere kaba
ve katı davranmadığı anlatılmak
isteniyordu. Öyle ki; Peygamberimizin Müminlere
karşı şefkatli ve merhametli
olduğunun bildirildiği ayette, Allah’ın iki
sıfatı olan şefkat
ve merhamet zikredilmektedir.
Bunun anlamı Peygamberimiz, affedici olan
Allah’ın affetme ahlakını
yeryüzünde uygulayan biricik
örnektir. Böyle olunca da Resulullah, Uhud savaşında
Müminleri hem kendisine, hem de
diğer tüm Müminlere
karşı yaptıkları yanlışları
Allah’ın rahmeti sebebiyle
affetmiş, onlar hakkında istiğfarda
bulunmuş ve herhangi
bir müeyyide ile
onları sorgulamamıştır. Hatta,
şehit olanları için
duada bulunmuş ve
yaralı olanlarla bizzat
ilgilenmiştir. [28]
Resulullah’ın, Allah’ın
rahmeti sebebiyle üstün
ahlak sahibi olması konusu başlı
başına ayrı bir
inceleme alanıdır. Biz
burada sadece Kur’ân’da
zikredilen ve Peygamberimize af
ile davranmasının emredildiği bir ayeti
incelediğimiz için ilgili
ayetin müfessirler tarafından
nasıl yorumlandığını ele
almaktayız. Buradan da,
yakalayabildiğimiz bazı ipuçlarından
hareket ederek aynı
sıkıntılarla karşılaşmamız durumunda
nasıl bir tavır
ortaya koymalıyız, sorusunun
cevabını bulmayı hedefliyoruz.
Hayat içerisinde
olaylar devam etmekte
ve tarihin bir
döneminde meydana gelen bir olay
yer ve zaman olarak
değişiklik göstermekle beraber, mahiyet olarak aynı
arka planlar çerçevesinde
gelişebilmektedir. İşte o zaman,
önceden bildiğimiz olaylar ve onların
bize verdiği ipuçları yol
gösterici olmaktadırlar.
Uhud savaşı
sırasında olanlara ve
incelemeye çalıştığımız ayeti
kerimeye böyle bakmaktayız.
Savaşın şiddetli
anlarının bir bölümünde, Peygamberimizin Rebaiye ( kesici ) dişinin kırıldığı
ve yüzünün yaralandığı zaman, ashabına bu
durum ağır gelmişti. Ve Peygamberimize hitaben: - Kureyş müşriklerine
beddua etsen ya,
denildi. Peygamberimiz (s.a.v.) : “ Ben,
lanetleyici olarak gönderilmedim.
Fakat doğru yola
davet edici ve rahmet olarak gönderildim.
Allah’ım ! Kavmime doğru yolu
göster! Çünkü onlar bilmiyorlar
diye dua etti. [29]
İman etmemiş
bir topluluğa bu
derece merhamet ve
şefkatle davranan Peygamber için
Müminlere davranışı elbette
daha da üstün
olması gerekir. Zaten öyle de
olmuştur.
Bazı
sahabilerin Peygamberimize bu
savaş sırasında muhalefet
etmesi ve bu yüzden
Müslümanların bozguna
uğramaları, Peygamberimizin
saldırıya uğrayarak sıkıntıya
düşmesi karşısında Allah’ın
rahmeti ile Peygamberimiz yumuşak
muamele ile karşılık vererek
sabırlı davranmış ve
kınamada bulunmamıştı. Allah,
Hz.Muhammed’e meydana gelen
Uhud Savaşı sıkıntısı
konusunda bir çok
ayetler indirmiş ve
bu ayetlerde Müslümanların
zaafını ,isyanını, noksanlıklarını,
bütün bunların nefsi
isteklerden kaynaklandığını açıklamıştı. Bununla birlikte
Allah, nazik bir uyarı
metoduyla zaferi, Peygamberin
affını, Tevhidin yücelmesini ve musibetlerin
uyarıcı faydalarını da
zikretmektedir. Eğer
Peygamber kaba ve katı
kalpli olsaydı, yani; anti sosyallik olan
kabalık ve terslik olan
katı davransaydı tebliğ
görevinde başarılı olamazdı. Çünkü katı kalplilik
ve kabalık insanların nefret
ettiği iki huydur
ki, insanlar bu iki
huy sahibine, fazilet sahibi kimseler de
olsa sabredemezler. Bilakis
o kimseden uzaklaşırlar. O halde Ey
Muhammmed ! Sen böyle olursan davetin insanların kalplerine ulaşmaz.
Onun için sen onları
yaptıklarından dolayı affet, Allah’tan
onların affedilmeleri için
de istiğfar dile. Böylece Allah’ın
sana has kıldığı merhameti korumuş ve Allah’ın
sana hediye ettiği güzel ahlaka
da devam etmiş
olursun. Zaten bu yüce ahlaka
sahip olan ve
hayatı boyunca buna devam
eden Peygamberimizin bu
davranışı Peygamberliğinin gereği ve
liderliğinin sırrıdır.
Resulullah’ın dünyada yapmış
olduğu istiğfarı günahkar olanlara şefeat
olacağından, ahirette de
şefeat edeceği buradan anlaşılabilmektedir. [30]
Örnek davranışlarından biri olan
af ile muamele
etmesine çarpıcı bir misal
olan bu ayet ile
anlıyoruz ki; öncelikle davetçi
konumunda olan her Müslüman
kaba ve katı
kalpli olmamakla beraber, karşısına çıkabilecek
sıkıntılara sabırlı olmak
zorundadır. Kendisine veya yakınlarına
yapılan yanlışları da hoş
görecek ve affedecektir. Çünkü örnek insan Hz:Muhammed böyle yapmıştır.
O Resul
bu davranışının bir
anlamda gerekçesini Ebû Hureyre (r.a )’dan rivayet
edilen şu mübarek
sözleriyle de pekiştiriyor
ve buyuruyor ki :
" Benim
misâlimle sizin misâliniz,şu temsile
benzer: Bir adam ateş yakmış. Ateş
etrafı aydınlatınca, pervaneler (gece
kelebekleri) ve aydınlığı seven
bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar.
Adamcağız onları kurtarmaya
çalışır. Ancak hayvanlar çoklukla
ateşe
atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe
düşmemeniz için belinizden
yakalıyorum, ancak siz ateşe koşuyorsunuz" [31]
Ahlaki duyarlılık açısından içinde
yaşadığı Mekke toplumumun
övgüyle bahsettiği, hatta El-Emin olarak vasıflandırdığı Hz.Muhammed (s.a.v.) hayat
ve ölüm ile ilgili
özellikle de Mekke
toplumundaki çoktanrıcılık ve
zengin-fakir arasındaki korkunç
dengesizlik gibi meseleleri tefekkür ve
teemmül için zaman zaman
Hira mağarasına çekiliyordu. O, Allah’ı
kainatın yaratıcısı ve hakimi,
hayatın devam ettiricisi
ve toplumda olup
bitenler üzerinde düşünüyordu.
Hz.Peygamber, Mekkelilerin inandığı
çok sayıda Tanrı ve
Tanrının kızlarının olmayacağını
hissediyordu. Kendisi iyi bir
insan olmaya ve topluma
örnek olmaya gayret ediyordu; fakat toplumsal
olarak bunun yetersiz
kaldığını müşahede etmekteydi.Kur’ân’ın veciz ifadesiyle Hz.Muhammed’in durumunun
“ Biz senin göğsünü
açıp genişletmedik mi? Belini büken
yükünü senden alıp atmadık mı ? Senin
şanını ve ününü
yüceltmedik mi ? ” [32]
ayetleriyle dışarıya vurulduğunun işareti
veriliyordu. Kendisinde insanların
karşılaştıkları ahlaki çöküntülere
karşı doğuştan yüksek
bir duyarlılık olan
Hz.Muhammed’e Allah
vahiy göndererek çağrıya
muhatap etmişti. Bundan sonra
Hz. Muhammed, Tevhidi tekrar
tesis etmek ve
insanlar arası uçurumu ıslah
etmek için mücadeleye
başlamıştı. Böylece, bu sefer
de başka
bir yük; vahye uyma
ve onu ilan etme
yükü üzerine yüklenmişti.
Çok Tanrıya
inanan bir toplumu öncelikle
Tevhid inancına çağırarak
sosyo-ekonomik bozulmuşluğu düzeltmek
için onları Kur’ân
ayetleriyle uyarmaya çalışıyordu. Kur’ân’ın tarif
ettiği Allah ’ı ve
bundan fert ve
toplum açısından ahlaki
olan hedefleri göstermek
de Hz.Muhammed’in görevleri arasındaydı. Allah’ın Kur’ân’da
kendisi için uygun
görüp sıfat olarak
bildirdiği isimler, insan davranışlarında ahlaki
düşünceler oluşturmak ve
insanı belli hedefe yönlendirmek için vardır.
İyi
davranış, insan geleceği için
verimli olan davranıştır. Ahlaken iyi
davranışların mümkün ve verimli olabilmesi için
ise iki inanç
kesinlikle zorunludur. Önemine
binaen ilk sırayı her
şeye kadir, merhametli, affeden.... ve
yapıp etmeleri bir maksada
yönelik tek olan Allah’a inanmak
alır. Allah’a inanç olmaksızın
hiçbir ahlaki davranış
mümkün değildir. Çünkü insan
davranışının gelişimi için
gereken aşkınlığı Allah
yaratır. İkinci sırada olan ve insan
davranışlarını düzenleyici fikirlerden
birisi de, son hükme inanmadır. Bununla insan davranışlarının amacını
bilir ve davranışlarının bilincinde
olarak hayatını devam
ettirir. [33]
HZ.MUHAMMED’İN MEKKE
MÜŞRİKLERİNİ AFFETMESİ
Kur’ân’ın affetme
yolunu tutmayı pratiğe
dönüştürme tavsiyelerini ilk olarak
vahyi iletmek, diğer bir
ifade ile İslam’ı tebliğ ile
görevli olan Peygamberin
hayatında
görebilmekteyiz.Sadece
mantıksal olarak olaya
baktığımızda; tarif edilen
ve emredilen bir ahlak
öğretisinin tarif eden veya
emreden tarafından pratiğe
dönüştürülmesi gerektiği gerçeği
ile yüz yüze geliriz. Her türlü
ahlaksızlığın bulunduğu ve insanlara
ait ne ilahi kaynaklı
ne de felsefi
kaynaklı ahlak normlarının
bulunmadığı, Allah’tan başka ilahlara
tapınma, kızların diri diri toprağa gömülmesi v.b. şeylerin
hayatın normal seyri
olduğu Mekke’de Peygamberlik görevi kendisine verilen ve
toplumu Allah’a çağıran
bir kimsenin çağrısını
yerine getirirken hangi
yolu tercih ettiği, sonuçta
ise başarısının ne tür bir
metoda bağlı olduğu
sorusunu kendimize sorduğumuz
da, cevabını Kur’ân ayetlerinden
almaktayız.
Kur’ân, Peygamberin
şirk karanlığı içinde
olan insanları dine
çağırırken affetme yolunu
tercih etmesi gerektiğini
bildirmektedir. Çünkü
affedici olan Allah, kendi
dinini tebliğ eden
elçisinin de affedici olmasını
istemektedir. Bu, hem vahye
muhatap olma ve hem de
elçi olma sorumluluğunu yüklenmiş
olan Peygamberin, sonra
da sırayla diğer
kişilerin aynı davranışı
sergilemelerinin istenmesi anlamına
gelmektedir.
Arapça emir
formunda gelen bir
ayette Peygambere yüklenen
bu sorumlulukla ilgili
olarak şöyle denilmektedir:
“Resulüm affetme
yolunu tut, iyiliği emret ve
cahillerden yüz cevir. ”[34]
Peygambere,
bu ayette yapması
için emredilen affedici olma
özelliğini ve niçin
affedici olması gerektiğini
öğrenebilmek için bu
ayetten önce geçen ayetlere bakmamız gerekecektir.
Bir önceki
ayette Allah, doğru yola,
yani İslam dinine Hz.Muhammed tarafından
çağrıldığı halde bunu
duymayanlardan,gerçeklere baktıkları
halde görmeyenlerden bahsetmektedir.
“
Allah’ın dışında taptıklarınız
ne size yardıma güçleri yeter
ne de kendilerine
yardım edebilirler.Onları doğru
yola çağırmış olsanız işitmezler. Ve onları sana
bakar görürsün, oysa onlar görmezler. ” [35]
Doğru
yola çağrıldıkları halde
buna uymayanlar müşriklerdir. O müşrikler
ki kendi içlerinde
yaşayan ve Allah’ın
vahyini ileten bir
Peygamberi bildikleri,
hatta gözleriyle bizzat gördükleri halde, gönül
ve ruh gözleri, kalplerinin gözleri
kör olduğu için
Allah’ın elçisini görmüyor, veya görmezlikten
geliyorlardı. Allah bu gerçeği belirttikten
sonra; Sen af
yolunu tut”
emrini Peygamberine bildiriyor. Bunun anlamı, insanların güzel
ahlak olarak bildiği
ve fazilet yolu olan
affedici olmayı tercih et, insanlara
davranışlarında ve işlerinde hiç
bir şeyin iç
yüzünü araştırmadan affedici
ol demektir. Peygamberimiz,(
s.a.v.) Mekke’de on
yıl Allah’ın ayetlerine
kulak tıkayan müşriklerden
yüz çevirdi, onların her
türlü cefalarına sabretti ve
onları affetti. Allah,
nebisine bununla edebin ne
olduğunu
öğretmektedir.Edebin
öğretilmesi devam ederek,
“ Marufu emret ve
cahillerden yüz çevir ”
denilmektedir. Peygamberimiz,
Hz.Cibril’e bu emrin
mahiyetini sorar. O da: Ey
Muhammed ! Allah sana gelmeyene
gitmeni, sana vermeyene vermeni
ve sana kötü
davrananı affetmeni emrediyor,
şeklinde cevaplandırır. Burada ki Maruf
arapların kullandığı kelimelerdendir ve
ilişkiyi kesene gidip
gelmek ( sılayı rahim ) vermeyene vermek
ve zulmedeni affetmek
anlamında anlaşıldığı
bilinmektedir. Gerçekte, Allah’ın
Nebisine emrettiği işlerin
hepsi ve uygun gördüğü
her şey iyiliktir ve maruftur. Yine nebiye
yapması istenen şeyler kulların
da yapması gereken
şeylerin aynısıdır.Allah burada Peygamberimize, cahillerden yüz cevir
diyerek bilgisizlikten yüz
çevirmesini de emretmektedir. [36]
İnsanlara hem
dünyalarını ve hem da ahiret
hayatını öğreten Peygamberimize en
güzel ahlakı öğreten de
, en güzel şekilde uygulayanda hiç şüphesiz
Hz.Muhammed (s.a.v.) dir. Mekke’de
kendisine ve diğer
inananlara yapılan her
türlü işkencelere rağmen O af
yolunu tercih etti.
Kendisine yüklenen
sorumluğu en iyi
şekilde bilen Peygamberimiz
Hz.Muhammed’e “ Önce yakın
akrabanı uyar. Ve Müminlerden
sana uyanlara karşı
mütevazi ve şefkatli davran. Şayet
sana karşı gelirlerse, ben
sizin yaptıklarınızdan uzağım, de.”[37]
ayeti gelince, Rabbinden aldığı
emirleri açıkça ve
ısrarla anlatmaya başladı. Mekke’de bulunan
Safa tepesine çıkarak, Kureyş büyüklerine --Ben sizi
önünüzdeki şiddetli azaptan
korkutucuyum diyerek
seslenir. Ebû Leheb, Peygamberimize
hakaret eder ve
sonra da Kureyş’in
düşmanlığı açık bir
hal almaya başlar.
İbnü’l-Esir’in bildirdiğine göre Kureyş
müşrikleri Ammar b. Yasir’le anne ve babasını
Mekke ile Medine
arasında bulunan düz
bir araziye, Etbah’a götürür,
orada kızgın güneşin
altında kızgın taşlarla işkence ederlerdi. Bu
halde iken Resulullah onlara
uğrar ve Sabredin
ey Yasir Ailesi, Sizin durağınız cennettir
derdi.Ebû Cehil, Mekke
ileri gelenlerinden birisinin
Müslüman olduğun işittiğinde
uyarır ve şöyle derdi: Senden
daha hayırlı olan
babanın dinini terk ettin.
Vallahi biz seni aklı dumura uğramış
ahmak sayacağız.Fikrini kötüleyeceğiz, şerefini ayaklar altına
alacağız. ! .Eğer o kişi
ticaretle uğraşıyor ise, Ticaretini
yok edeceğiz,malını elinden
alacağız, diye tehdit
ederdi. İslam’ı kabul eden
zayıf ve güçsüz ise dayak
atardı. Yasir ( r.a)
işkencelerden dolayı vefat
edince, karısı Sümeyye (
r.a.h.) Ebû Cehil’e ağır
laflar söylemişti. Bunun üzerine
Ebû Cehil mızrağını
saplayarak Sümeyye’yi şehit
etmişti. Daha sonra
müşrikler bazen ateşle
dağlamak, bazen de göğsüne
kaya parçası koymak suretiyle
Sümeyye’nin oğlu Ammar’a
işkenceye devam etmişlerdi. [38]
Kureyş müşrikleri,
Peygamberimiz hakkında, Ebû Talip’e Ona
haber sal, gelsin de, insaflık gösterelim dediler. Bunun
üzerine Peygamberimiz geldi.
Ebû Talip Ey kardeşimin oğlu !
Bunlar senin amcaların
ve Mekke’nin ileri
gelenleridir. Sana karşı
insaflı davranmak istiyorlar. Söyleyeceklerini dinle dedi. Peygamberimiz de : Söylesinler, dinliyorum, buyurur. Müşriklerden Ahnes
b. Şerik, Sen bizi ve ilahlarımızı yermeyi
bırak. Biz de seni ve
İlahını bırakalım, dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz
başını kaldırıp semaya
baktı. Şu güneşi görüyor musunuz ?
diye sordu. Evet ! Görüyoruz,
dediler. Peygamberimiz Ben sizi
bu güneşin ışıklarından
aydınlamanızdan alıkoymaya kadir
olabilir miyim ? buyurdu. Ebû
Talip, Vallahi, kardeşimin oğlu
bize hiç bir zaman
yalan söylememiştir, dedi. Peygamberimiz Ben
onları, onları öyle
bir kelimeye davet
ediyorum ki: onunla cennete gireceklerine
kefilim ! buyurdu.Sonra Peygamberimiz La ilahe
illallah deyiniz deyince, öfkelendiler ve kalktılar.
[39]
Sadece iki
anekdot vererek Mekke
müşriklerinin
Peygamberimize ve
arkadaşlarına karşı tutumlarını
anlayabilmekteyiz. Üstün bir ahlakla
süslü olan Peygamberimiz, Allah’ın da
kendisine verdiği emirler
doğrultusunda kendisine ve arkadaşlarına yapılan
hakaret,eziyet ve baskılara şiddetle
değil, yumuşaklıkla
karşılık vermiş, Allah’ın dinini
anlatmaya devam etmiş,cahillerden yüz
çevirmiş ve hep
marufu duyurmuştur. Çünkü Allah
O’na böyle yapmasını
emretmiştir.
Övülen bir
ahlak üzere olan
Hz.Muhammed Allah’ın
terbiyesinden geçmiştir.Zaten Nebi
Muhammed’in af yolunu tercih
etmesi Mekke müşriklerinin
hidayete ermelerine sebep
olmuştur. Bu ayetin Kur’ân’daki
yerini Cafer-i Sadık;
Allah’ın Hz. Muhammed’e bu
ayet ile emrettiği ve
öğrettiği övülen en
güzel ahlakı Kur’ân’ın
başka bir ayetinde
bu kadar özet
bir şekilde yoktur, diyerek anlatmaktadır. [40]
Hiç bir
huzursuzluğun olmadığı,
zaman zaman değişik
çapta anlaşmazlıkların ve
sürtüşmelerin çıkması
durumunda ise birbirlerine affedici
bir davranışla karşılık
veren bir toplumun oluşmasını
hedefleyen Kur’ân, bize
bunun nasıl olabileceğini
hiçbir karşılık beklemeden
insanlara ahlak esaslarını
öğreten bir elçi
vasıtasıyla bildirmektedir.
Allah’ın elçisi de
kurallarının tanıtıldığı ve
tatbik edildiği bir laboratuar
oluşturmuştur.Burada kötü olan davranış
biçimleri terk edilirken,
iyi olan ve iyi
olduğunu her aklı selim
sahibi insanların kabullendiği davranış biçimleri hayatın
içinde sergilenmiştir.
İnsan davranışlarının en
güzellerinden olan affedici
olmayı, Allah emretmektedir ve
Kur’ân bu emri
bildirirken öğretici olarak
elçisi Muhammed’i seçmektedir. Allah bu
ayette, bize insanların
iki kısma ayrıldığını, bunlardan muhsin, yani iyilik üzere
olan insana af
ile davranılması, gücünün
yeteceğinden fazlasının yüklenmemesi, kötülük üzere
olan insana ise maruf
ile emredilmesi gerektiği, aynı kimsenin
sapıklığı ve cehaleti
devam ettiği sürece ondan
yüz çevrilmesi fikrini
tanımlamaktadır.Nitekim Allah“
Kötülüğü en güzel
şekilde sav.Biz onların
uydurup yakıştıracaklarını en
iyi bileniz”.(23 Mü’minun
96 ) ve “ İyilikte kötülükte bir
değildir. Sen kötülüğü en güzel
olan hareketle sav. O
zaman seninle kendisi
arasında bir düşmanlık olan kimse,
sanki sana bir dost oluvermiştir.”( 41 Fussilet 34 ) buyurmaktadır. [41]
Afv kelimesinin
sözlük anlamlarından birisinin
de kolaylaştırmak olduğunu
araştırmamızın birinci
bölümünde belirtmiştik. O halde
Allah, bu ayetinde Peygamberine, dolayısıyla Peygamberin
ahlakını örnek alan Mü’minlere öğüt verirken İslam’ı
din olarak benimsememiş
kimselere karşı güzel davranılarak davet etmeyi tavsiye etmektedir.
Allah,
müşriklerin sapıklık ve
kötülüklerini ‘A’râf Suresi
199. ayetten önceki
ayetlerde belirterek bu
ayette de Hz.Muhammad’e
seslenerek müşriklere davranırken
af yolunu, yani kolaylık
gösterilmesini
emretmektedir.Kolaylık
gösterilmesi, onları İslam’a
davet yollarından bir
yoldur ve zaten Allah
Resulü (s.a.v.) “ Kolaylaştınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz,
nefret ettirmeyiniz. ” buyurarak, hatta tüm ömrü boyunca
bunu uygulayarak bizlere
davet yollarından birini de öğretmektedir.[42]
MEKKE’NİN FETHİ
VE HZ.MUHAMMED’İN AFFEDİCİLİĞİ
Zulüm ve
işkencede akıl almaz
aşırılıklar gösteren Mekke
müşrikleri aynı zamanda
insanın doğuştan getirdiği
hürriyetlerinden biri olan
inanma serbestisini de
engelliyorlardı. Allah’a
inanmaya çağıran Peygamberi
ve arkadaşlarını doğdukları ve
büyüdükleri ana yurtlarında
yaşamayı kendilerine çok
görmüşlerdi.Bunun üzerine Müslümanlar Mekke’den Medine’ye
hicret etmişlerdi.Aradan yıllar geçmiş
ve Müslümanlar Allah’ın
da yardımı ile
anayurtlarına dönmüşlerdi.
Mekke artık feth
edilmiş ve Hz.Muhammed
binlerce inananla beraber
Mekke’ye girmişti.
Resulullah,
Mekke’ye girdikten sonra
Ka’benin avlusunda namaz
kıldıktan sonra bütün şehir halkına
bir konuşma yapacağı için herkes
oraya toplanmıştı. Hicretten
önce onüç, hicretten sonra
sekiz yıl olmak
üzere Peygamberi ve
arkadaşlarını Mekke’den çıkaran, onların mallarını ellerinden alıp, bir çok
Müslümanı işkence ve
zulüm altında ölüme
sürükleyen, sığındıkları
şehir Medine’yi işgal etmeye
kalkışan ve nihayet çok
tantanalı bir şekilde imzalanan Hudeybiye Barış Antlaşmasına uymayıp
hükümlerini çiğneyen Mekke
müşrikleri orada bulunuyorlardı. Doğduğu şehirden
çıkarılan ve bir çok zulümlere
maruz kalan Peygamber
Hz.Muhammed şimdi aynı
şehre muzaffer bir
şekilde bir fatih olarak
giriyordu. Düşmanlarının
köle ve cariye haline
dönüştürülmesini emretmek,
yahut bu
insanların şimdi bütün
mallarını savaş ganimeti
haline getirmek veya hepsinin
kılıçtan geçirilmesini
emretmesine mani olacak
hiçbir şey kalmamıştı. O da nihayet
diğer insanlar gibi bir
insandı, fakat Allah elçisi
olarak getirdiği bir İlahi tebliğ vazifesi
vardı. Kendisinden sonra kıyamete
kadar Mü’minlerin davranış
ve hareket tarzlarında
örnek alınacak prensipler
ve kaideler koymak
için örnek bir tutum içinde olması
gerekiyordu. Onun muzaffer bir
Fatih olarak şehre girişinde
önünde yürüyen Müslümanlar
“Evine kapanan yahut
silahları terkeden yahut Ka’be’nin
avlusuna sığınan veyahut
Ebû Sufyan’ın evine kapanan
herkes emniyet içindedir.” diyerek
barış ve emniyet halini
ilan ediyorlardı. Resululah’ın
biniti üzerinde şehre
girişini seyreden insanlar, bütün
bu geçit
esnasında onun boş
bir kurum taslayarak
azamet içinde kuruluşunu
değil, Allah’a şükür ve aynı
zamanda tevazu ve
alçak gönüllülüğün bir işareti
olarak devesinin üstünde
secdeden secdeye kapandığını
görüyorlardı. Ka’be
avlusunda eda ettiği namazdan sonra orada
toplanmış bulunan
düşmanlarına ve eski hemşehrilerine döndü
ve şu konuşmayı yaptı : [43]
“Hamd Allah’a
yaraşır.
Allah’tan başka
ilah yoktur! Yalnız O, vardır.
O’nun eşi, ortağı yoktur.
O, va’dini
yerine getirdi, kuluna yardım etti.
Toplanan düşmanları tek
başına bozguna uğrattı.
İyi bildiniz
ki : cahiliye çağına ait
olup övünme vesilesi edinile gelen
her şey, kan, mal davaları .. bunların hepsi, bu
gün şu ayaklarımın
altında kalmış, kaldırılmıştır!
Ancak,
Beytullah perdedarlığı hizmeti
ile hacılara su
dağıtma hizmeti bunun dışındadır.
Ey Kureş Cemaati! Muhakkak ki:
Allah, cahiliyet gururunu , cahiliyet
soy sopuyla övünüp büyüklenmeyi
sizden kaldırmıştır !
Bütün insanlar
Adem’den, Adem’de topraktan yaratılmıştır.
İnsanlar iki kısım, iki
sınıftır:
Bir kısmı, Mümin
ve Müttakîdir. Allah katında
değerli ve şereflidir.
Diğer kısmı
ise, azgındır, yaramazdır.Allah
katında da değersiz ve
şerefsizdir.
Nitekim Allah
buyurmaktadır ki: “ Ey insanlar, Şüphesiz biz, sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık,
tanışasınız diye sizi kavimlere
ve kabilelere ayırdık. Muhakkak
ki sizin Allah yanında
en şerefliniz, en takva sahibi
olanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla
bilendir, her şeyden haberi
olandır.”( 49 Hucurât 13 )
Ey Kureyş
Topluluğu !
Ey Mekkeliler ! Ne dersiniz ? Şimdi, hakkınızda
benim ne yapacağımı
sanırsınız ? diye sordu.
Kureyşliler “
Biz, Senin hayır
ve iyilik yapacağını
sanar ve hayır
yapacaksın ! deriz.
Sen kerem
ve iyilik sahibi bir kardeşsin! kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun !
Gücün yetti,
iyi davran, dediler.
Bunun üzerine
Peygamberimiz :
“Benim halimle, sizin haliniz, Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşlerine dediği gibi olacaktır.
Yusuf (a.s.)’ın
kardeşlerine dediği gibi, ben
de:
“ Size,
bu gün, hiçbir başa kakma
ve ayıplama yok !Allah, sizi
yarlığasın ! O, Esirgeyicilerin en esirgeyicisidir ” ( 12 Yusuf 92 ) diyorum.
Gidiniz !
Sizler, azad ve serbestsiniz ! buyurdu. [44]
Bunun içindir ki : Mekke’lilere azadlananlar
( Tuleka’ ) adı verilmiştir.[45]
Allah Resulü bu
hitabeyi irad ettiğinde
dinleyenler üzerinde
psikolojik tesirler meydana getirmişti.Çünkü tarihin
bir döneminde meydana
gelmiş olan ve
günümüz Müslümanlarını, hatta
tüm insanlığı ilgilendiren
bu örnek olay
bizlere benzer davranışlarda
yol göstericilik yapacaktır.
Resulullah’ın Ka’be’de
namaz kılmasından evvel
Bilal Habeşi, Kabe’nin
damına çıkarak ezan
okumuştu.Bunu gören Mekke’liler arasında Ebû Sufyan’ın
akrabası ve Ümeyye
ailesinden olan Attab b.
Esid, öfkeye kapılıp : - Allah’a şükür babam sağ
değil ! Hiç olmazsa bu kepazeliği görmüyor ! ... demişti. Kısa bir
müddet sonra Peygamberimiz, metnini
yukarıya aldığımız hutbeyi
okuyunca ve genel
af ilan edince, aynı Attab, bu
defa hiç tereddüt geçirmeden
hemen orada İslam’a girmek üzere
öne atıldı. Buna karşılık
Hz.Muhammed onu sadece
affetmekle kalmayıp, aynı zamanda kendisine
Mekke valiliği vazifesine
getirdi. [46]
Peygamberimizin örnek
ahlakı incelendiğinde bütün
örnek davranışlarının Kur’ân’da
bildirilen ahlakî özellikler
olduğunu görmekteyiz.
Burada da aynı şey
karşımıza çıkmaktadır.
Allah, Kur’ân’ın da kendisinin
de isimlerinden biri
olan affedici olmayı
bizzat kendisi kimleri
ve niçin affettiğini
anlatarak bildirmektedir.
Bildirilen bütün olaylardan
başka, insanlar içinden seçilen, kendisi de diğer insanlar gibi
olan ve insan
olması itibariyle hiç
bir farklı bir
tarafı olmayan Peygamberine aynı
davranış şeklini emretmektedir.
Kendisine
Allah tarafından emredilen bütün
davranış biçimlerini hayatının
tüm alanlarında uygulayan
Peygamberimizin bu yönü
bizlere hem Allah’ın
affedicilik özelliğinin
yaşanabilirliğini, diğer bir ifade
ile sadece teorik
olmadığını, insanlar tarafından uygulanabileceğini, hem de
affedici olmakla huzurlu
bir toplum ve dine
inanmayanların da dine
ısındırılmasının gerçekleştirilmesine imkan
sağladığını göstermektedir.
Allah Resulünün
ahlakı mekarim’ul – ahlak,
yani en
güzel ve en üstün
ahlaktır. Zaten Peygamberimiz:
Cabir (r.a.) ‘dan rivayet olunan
bir hadisinde
“ Ben
güzel ahlakı tamamlamak
için gönderildim. ” buyurmaktadır. [47]
Normal insanî
ilişkilerinde, komşuluk
münasebetlerinde ve kişisel
ilişkilerinde insanların
yanlışlarını ve noksanlıklarını affeden
Peygamberimiz, İslam dininin anlatılması
söz konusu olunca Allah’ın
dininde küçümsemeye ve
hafife almaya meydan
vermeyecek bir kolaylığı
ve kolaylaştırmayı tercih
ederek, affı prensip edin
emrini uygulamaktaydı.
Hz.Muhammed, yine kendisine Allah
tarafından emredilen ve
öğretilen iyi olanı, yani hiç bir
münakaşaya ve tartışmaya yer
bırakmayacak şekilde sağduyu
sahiplerinin güzel olduğunda
anlaştığı davranışları emrediyordu. Cahillere ki bu cehalet; olgunluğun zıddı
olan cehaletle, bilginin zıddı
olan cehalete de
aldırış etmiyordu. Bu ahlak
sahibi kimselere aldırış etmiyor, onları kendi haline bırakıyor, önemsemiyor,
cahilliklerine bağlı olarak
yaptıkları işleri, söyledikleri
sözleri basit görerek, bu hareketlerini olgunlukla karşılıyor ve
sonuç getirmeyecek tartışmalara
dalmıyordu. Çünkü,
cahillerin cehaletleri karşısında susmak, cehaletlerine aldırış
etmemek, bazen onların nefislerini
küçültür ve terbiye
eder. Aşırı tepkilerini ve tartışmada ki inatlarını engeller. Eğer onları
bu şekilde eğitmese
bile kalplerinde iyilik bulunan diğer insanlardan
ayrılmalarını sağlar. Zira
insanlar, üstün ahlak sahibi kişilerin
cahillerin yaptıklarına katlandığını, boş sözlerden
yüz çevirdiğini ve o
kimselerin cehaletlerini gözleyecekler,
böylece de dışlanacaklardır.[48]
Şurası muhakkak
ki, İslam ve onun
Peygamberi Hz.Muhammed arap
yarımadasının iklim olarak
kurak ve ahlak
olarak kokuşmuş topraklarından bu
şekilde davranması ile
her biri dünya
çapında birer üstün
şahsiyet olan kimseleri yetiştirmiştir.Bu şahsiyetler, İslam’dan ve
Hz.Muhammed’i tanımadan önce
yoktan sebeplerle kan
döküyor, malca ve makamca
kuvvetli olanları zayıflarını acımasızca
eziyor,kadın ve kızlarını insan
bile saymıyor, hatta kız çocuklarını diri
olarak toprağın altına
gömebiliyorlardı..
Şunu belirtmek gerekir ki; ister
insanları Allah’a çağırırken, isterse insanlarla
diğer ilişkilerimizde Peygamberimize emredilip, öğretilen af
yolunu tercih edersek bizler
de öncelikle Allah
ve Resulünün övülen
üstün ahlakı ile
ahlaklanmış, sonra da etrafına
güven veren örnek
Müslümanlar’tan oluruz.
Böyle olunca da
kendisi de huzurlu,
ailesi de huzurlu
ve içinde yaşadığı toplumu
da huzurlu bir
dünya oluşturmuş oluruz. Öyleyse geriye
sadece Kur’ân’ı okumak
ve içindeki ahlakî prensipleri
iyice anlamak kalmaktadır. Bu prensiplerden
birisi olan affedici
olmayı burada vermeye
çalışmamızın amacı bundan
ibarettir.
HZ.MUHAMMED’İN YAHUDİLERE
AFFEDİCİ DAVRANMASI
Peygamberimiz bu
anlatılanlardan başka aynı toplumu
paylaştığı ehl-i kitaba
da af ve
hoşgörü ile davranmaktaydı. Zira Kur’an’ın
emri bu şekildedir.
“
Ey Ehl-i Kitap ! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında
, gerçekten başkasını
söylemeyin.Meryem oğlu İsa
Mesih, ancak Allah’ın resulüdür,Allah’ın Meryem’e
ulaştırdığı “ Ol” kelimesinin
eseridir, O’ndan bir ruhtur. Şu
halde Allah’a ve
Peygamberlerine iman edin. Tanrı
üçtür demeyin, sizin için
hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak
bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan
münezzehtir. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi
O’nundur. Vekil olarak Allah
yeter. ” [49]
“ Ehli Kitap senden, kendilerine gökten
bir kitap indirmeni
istiyor. Onlar Musa’dan,
bunun daha büyüğünü istemişler de,Bize Allah’ı apaçık göster, demişlerdi. Zulümleri sebebiyle
hemen onları yıldırım
çarptı. Bilahare kendilerine açık
deliller geldikten sonra buzağıyı
tanrı edindiler. ” [50]
“ Yahudiler
ve Hristiyanlar; ‘ Biz
Allah’ın oğulları ve
sevgilileriyiz’ dediler. De ki: Öyleyse
niçin günahlarınız yüzünden
size azap ediyor ? bilakis siz de
O’nun yarattığından insansınız. O,
kullarının dilediğini bağışlar, dilediğine de azap
eder. Göklerin, yerin ve ikisi
arasında bulunanların mülkü
Allah’ındır .Dönüş de ancak
O’nadır.
Ey Ehl-i Kitap ! Peygamberlerin arası kesildiği zaman size Resulümüz Muhammed geldi. Gerçekleri size
açıklıyor ki, ‘ Bize bir müjdeci
ve uyarıcı gelmedi dersiniz’ diye. Bundan
böyle size müjdeleyici ve
uyarıcı gelmiştir.Allah her
şeye kadirdir. ” [51]
Genel
bir ifade ile
söylemek gerekirse Ehl-i Kitap
denilince Yahudiler, diğer bir adları ile İsrâil oğulları ile
Nasraniler, yani
Hıristiyanlar anlaşılmaktadır.
Yahudi
ve Hıristiyanların Arap yarımadasında bulunup, bulunmadıkları veya
Mekke’de İslam dini
yeryüzünü aydınlatmaya başladığında
bu kimselerin mevcudiyetlerinin nasıl
olduğu sorusu cevaplandırılması gereken sorulardan biri
olması gerekir. Çünkü Kur’ân
belirtilen kimseleri muhatap alırken genel
bir kural koymak
için mi, yoksa bizzat
karşı karşıya bulunan insanlara mı
seslenmektedir, sorusunun cevabını
bulmuş olmamız için
bu gereklidir. Böylece Kur’ân’da
Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili
anlatılanları daha iyi anlama
imkanına sahip oluruz.
“
İslam’ın doğduğu senelerde
Arap yarımadasının dört
bir köşesinde Yahudiler bulunmaktadır.Bunlar, ferdi olduğu
kadar küçük topluluklar
halinde ve birbirlerine
bağlılığı, sağlam insan toplulukları
halinde Akabe Körfezindeki Eyle
limanından Yemen ve Umman’ın en
ücra köşelerine kadar, Medine’den Bahreyn’e
kadar uzanan bölgeler
üzerinde yayılmış vaziyette idiler. Mekke’de hemen
hemen hiç yoktu denilebilir; fakat bu bölgede
her yıl kurulan
fuarlarda, bilhassa Ukaz’da sadece
ticari mallar satarken değil
ve fakat aynı zamanda
kendilerini, saklanmış veya kaybolmuş
şeylerin nerede olduklarını
keşfedip bilen yahut istikbali
okuyan kahinler olarak
pek güzel ve bol para kazanan
insanlar olarak müşahede etmekteyiz.Bunlar ‘ Ehl-i Kitap’ bir ulus olarak, okuma
yazmadan nasibini alamamış ve gönlü
saf Bedeviler üzerinde özel
bir nüfuz ve itibar kazanmış durumdaydılar.[52]
Hıristiyanlara gelince; putperest müşriklerin
bulunduğu Mekke’de pek
nadir bulunuyorlardı. Asıl tahsilini Suriye’de
papazlar yanında tamamlamış olan
ve elinde Arapça yazılmış İncil el
yazmaları da bulunan Varaka
b. Nevfel’den başka
Mekke’deki Hıristiyan’ların hepsi
kölelerdir. Medine’de ise Ebû Âmir’ er-Rahip adında
Peygamberimizin sefih ve
ahlaksız dediği bir
Hıristiyan papaz vardı, fakat
Resulullah Medine’ye hicret edince
burayı terk etmiş ve
Mekke’ye yerleşmişti .[53]
Buradan
anlaşılmaktadır ki, hem Mekke’de,
hem de Medine’de sayıları
azda olsa yaşamakta olan Yahudi
ve Hıristiyanlar bulunmaktadır.
Aynı zamanda Kur’ân’ın
mesajı sadece belli
bir bölgeye veya sadece
belli bir döneme
hitap etmediği için Yahudi ve
Hıristiyanlara hitap eden
ayetler kıyamete kadar
tüm benzer davranışlar sergileyenler kişiler
için geçerlidir.
Kur’ân’da Allah (c.c.)
“ Sözlerini bozmaları sebebiyle
onları lanetledik ve
kalplerini katılaştırdık. Onlar
kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen
ahkamın önemli bir bölümünü de
unuttular. İçlerinden pek azı
hariç, onlardan hainlik görürüsün.yine de sen onları
affet ve
aldırış etme. Şüphesiz Allah
iyilik edenleri sever. ”
[54] ayetini
Peygamberimiz Hz.Muhammed
(s.a.v.) ‘e bildirirken onlara davranışın nasıl olması
gerektiğini de gerekçesiyle
birlikte belirtmektedir.
Anlamayı kolaylaştırmak ve
Kur’ân’ın bir üslubunu
da yerine getirmek
için öncelikle inceleme
alanımıza aldığımız bu ayetin
öncesi ve sonrasına
da bakmak gerekecektir.
Mâide Sûresi 12. ayeti kerimede
Allah (c.c.), İsrâil oğullarının
Hz.Musa döneminde kendilerine
zulmeden Fravun’un zulmünden
kurtarıp ve içlerinden
on iki başkan göndererek
namazı kılmak,zekatı vermek,, peygamberlere inanmak
ve onları desteklemek
ile Allah rızasını gözeterek
faiz almadan borç
vermeleri şartıyla önceden
yapmış oldukları günahlarını
affedeceğini ve onları cennete
girdireceği şeklinde onlardan
söz aldığını hatırlatıyor. Bu hatırlatma
bize Yahudilerin veya değişik
bir anlama şekliyle Allah’a iman
etme ve imanın
gerekleri olan ibadetleri
yapma konusunda söz vermiş
olan kimselerin söz
verdikleri konularda samimi
olmaları halinde, eğer daha
önceden yapmış oldukları
kötülükler var ise;
bunların silineceğini, ardından da
Allah’ın cennetiyle mükafatlandırılacağını bildirmektedir.
Ancak
, İsrâil oğulları Allah’a ve
peygamberlere iman etmek
üzere söz verdikleri
halde, aksini yaptıkları, anlaşmalarına sadık
kalmadıkları,haktan
uzaklaştıkları,kalpleri
katılaştırıldığı yani katı
ve kötülüklerle meşgul
oldukları, hiç bir uyarıya kulak vermedikleri hatta Allah’ın ayetlerini
kendi keyiflerine göre
değiştirdikleri için lanetlenmişlerdir. Bu kimseler
aynı huylarını Peygamberimize ve ashabına karşı da
devam ettirmişler, hile ve ihanette
bulunmuşlardı. Bununla
beraber Peygamberimiz; onları
affetti ve onların bu
davranışlarına aldırış
etmedi. Böyle davranarak, aslında Peygamberimiz, onlara
yardım ediyordu. Çünkü böylece
onların Hakka dönmeleri
ve Hidayete ulaşmalarına
vesile oluyordu. Zaten Allah ayetin
son kısmında Hz.Muhammed’e ve
tüm Müminlere hitap
ederek; onların, yani
sözlerini bozan, kalpleri ve
tavırları katı, hile ile
meşgul ve ihanetten geri durmayan
kimselerin size karşı
yapmış olduklarını büyültmeyin.
Çünkü onların atalarının huyları da
böyleydi, deniliyor. Sonra
Peygamberde ve Müminlerde olması gereken bir
özellik olan ihsan
sahibi olmanın gereği
olarak affın tercih
edilmesi ve onlara aldırış edilmemesi emredilmektedir. Kur’ân, Allah
muhsinleri sever, ifadesini de
sanki bir mühür
gibi ayetin son kısmında
getirerek,asıl önemli olan
mesaj vermektedir. [55]
Burada Kur’ân’da
bildirilen şu ayeti hatırlatmamız
gerekmektedir. “ Müminler ile
Yahudi, Hristiyan ve Sabiilerden
Allah’a ve Ahiret
gününe inanıp iyi
ameller işleyenler, hiç şüphesiz,
Rableri katında mükafatlarını
alacaklardır; onlar için korku yoktur; onlar artık
hiç üzülmeyeceklerdir. ” [56]
Çünkü konuya
bu hassasiyetle yaklaşmak, ahlakî davranışların öğretilmesi ve yaşanabilmesi için
yol göstericilik yapan
Kur’ân’ı ve onu
tebliğ eden Hz.Muhammed’i daha
iyi anlamamıza yardımcı
olacaktır.
“Yahudiler Resulullah’a hakaret
etmek amacıyla iki
manaya gelen kelimeler
kullanmaktaydılar. Ey
iman edenler, Peygambere ‘raina ‘ ( bizi gözet ) demeyin; ( bize bakarmısın anlamında )’ unzurna’ deyin ve
dinleyin. Küfre sapanlar için çok acıklı
bir azap vardır.( 2 Bakara 104 ) Burada Arapça’da
“ bizi gör, gözet ” manasına
gelen bir kelimenin, İbranice’de “ kötü, rezil ”
manasına gelecek şekilde
vurgulanabileceğini de söylemek
durumundayız. Hatta Yahudiler,
İslam’ın mukaddes Kitabı
Kur’ân’ı bile alaya almakta,Müslümanların ibadetle
ilgili hareket ve tatbikatlarını
eğlence konusu etmektedirler : Ey iman
edenler ! sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden dininizi
eğlence ve oyun
edinenleri ve inkarcıları
dost edinmeyin.( 5
Maide 57 ) Bunun yanında kendi
Mukaddes Kitaplarını bile
tahrif edip değiştirebilmektedirler : Yahudilerin bir kısmı, Tevrat’taki kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip
bükerek ve dine saldırarak
Peygamberlere karşı : İşittik, fakat
karşı geldik “ , “ dinle dinlemez olası”, “ raina “ derler. ( 4 Nisa 46 ) Kur’ân bütün
bunları tespit ederek
ifade etmektedir. [57]
Yahudiler,
selam verirken bile ,
Peygamberimiz için kötülük
dilemekten geri durmazlardı.
Peygamberimizin eşi Hz. Aişe:
Yahudilerden bazıları gelip Resulullah’ın yanına girdiler
ve “ Essâmu aleyke= ölüm sana
olsun ! ” dediler .Ben de onların
belli belirsiz söyledikleri şeyin
farkına vardım, ölüm ve
lanet sizin üzerinize
olsun, dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz; Ey Aişe ! Sakin ol ! Allah her
işte yumuşak davranmayı
sever, buyurduğunu rivayet etmektedir.[58]
PEYGAMBERİMİZİN
HIRİSTİYANLARA KARŞI AFFEDİCİ
DAVRANMASI
Allah Resulü’nün
İslam dinini tebliğ ile
görevli olması, tebliğ
görevini yerine getirirken
herkese aynı yakınlıkta
bulunması, dolayısıyla
kendi zamanında yaşayan
Hıristiyanları da hak
din olan İslam’a çağırması
en gerekli bir
gerçektir. Peygamberimiz kendi zamanında
yaşayan Hıristiyanlara da
affedici bir uslupla
yaklaşmış ve onları
İslam dinine davet
etmiştir. Çünkü onların da yanlış
ve batıl inanışları
bulunmaktaydı. Peygamberin
davetindeki güzelliğini anlamamız
için öncelikle onların yanlış
inanışlarını haber veren
Kur’ân ayetlerini zikretmek
gerekmektedir.
“
Şüphesiz Allah, Meryem oğlu
Mesih’tir, diyenler andolsun ki
kafir olmuşlardır. De ki: Öyleyse
Allah, Meryem oğlu
Mesih’i, anasını ve
yeryüzündekilerin hepsini imha
etmek isterse Allah’a kim
bir şey yapabilecektir.” [59]
“
Hatırla ki, Meryem oğlu
İsa: Ey İsrâil oğulları ! Ben size
Allah’ın elçisiyim, benden önce
gelen Tevrat’ı doğrulayıcı
ve benden sonra gelecek
Ahmed adında bir Peygamberi
müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o,
kendilerine açık deliler
getirince: Bu apaçık bir
büyüdür, dediler ”[60]
“ Bir de
inkar etmelerinden ve Meryem’in
üzerine büyük bir
iftira atmalarından ;
Ve
Allah elçisi Meryem oğlu
İsa’yı öldürdük, demeleri
yüzünden ( onları lanetledik) Halbuki
onu ne öldürdüler,
ne de astılar; fakat ( öldürdükleri ) onlara İsa gibi gösterildi.onun hakkında ihtilafa düşenler bundan
dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta
zanna uymak dışında hiçbir bilgileri
yoktur ve kesin olarak onu
öldürmediler.” [61]
Özelliği gereği
muhatap aldığı tüm
insanların anlayabileceği bir
şekilde seslenen Kur’ân, bu
konuda da anlaşılır bir üslupla
Hıristiyanların belli başlı
tavırlarını tanıtmaktadır.Allah’ın
gönderdiği diğer Peygamberler
gibi bir Peygamber olan Meryem’in oğlu İsa
Peygamber hakkında Allah’tır,
dediklerini, günahsız annesine
iftira ve eza
ettiklerini, İncil adlı kitaplarını
değiştirerek inkar ettiklerini,
son Peygamber Hz.Muhammed (s.a.v.) ‘in Ahmed ismi
kitaplarında müjdelenmiş olmasına
rağmen bunu görmezlikten
gelmelerini ve Allah’ın
elçisi İsa (a.s.) için
biz onu öldürdük
diye zanna kapıldıklarını bize Kur’an
haber vermektedir.
Kur’ân bütün
bunları belirttikten sonra
yanlış, saptırılmış ve batıl
olan bu inanışlarının düzeltilmesi için
“ Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de kesin
söz almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen
Kitab’ın önemli bir
bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar
aralarına düşmanlık ve
kin saldık. Yakında Allah,
onlara yaptıklarını haber verecektir. Ey Kitap Ehli ! Resulümüz size
Kitaptan gizlemekte olduğunuz bir çok şeyi
açıklamak üzere geldi;
birçoğunu da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur,apaçık bir kitap
geldi”[62]
şeklinde uyarıda bulunmaktadır.
Müfessirler bu
ayetleri tefsir ederlerken;
Hristiyanlar’ın,
Yahudilerin amansız takipleri ve
işkenceleri karşısında darmadağınık
yaşadıklarını, İncil’i
koruyamayıp kaybettiklerini, daha
sonra miladî üçüncü
asrın başlarında Roma
İmparatoru Kostantin’in Hıristiyanlığa meyletmesinden sonra rahatlamaları ile, İncili
tekrar yazmaya teşebbüs
etmeye başladıklarını
böylece ortaya birbirini
tutmayan yüzlerce İncil’in çıktığını, Allah’a verdikleri sözde durmayan
bu Hıristiyanların ayrılığa
düştüklerini ve birbirleriyle
didiştiklerini aktarmaktadırlar.
Ayrıca Hıristiyanlardan, Yahudilerden
alınan söz gibi
kendilerine hidayet rehberi
olarak gönderilen Peygamberleri Hz.İsa
ile ileride gelecek
Hz.Muhammed’e inanmaları,
ona yardım etmeleri
hususunda söz alınmıştı. Fakat onlarda
Yahudiler gibi sözlerinde durmadılar. Hz.Muhammed’i inkar ettiler
ve O’na iman
etmediler. Bir olan Allah’a üç
diyerek inkarlarını artırdılar.
Halbuki Allah
yeryüzünde yaşayan Arap,acem,okuma-yazma bilmeyen ve
okuma-yazma bilen tüm
insanlara hidayet ve hak
din üzere Resulü
Hz.Muhammed’i gönderdi. Bu
Resul Hıristiyanların kendilerine
gönderilen İncil hakkında
bilgi sahibi idi. Çünkü Allah
ona
bildiriyordu.Hıristiyanların
İncil’de olup ta gizlediklerini de
Allah’ın Resulü biliyordu. Yahudiler hesap
ve ceza gününü gizledikleri gibi, Hıristiyanlar da
zinanın kitaplarında ki
hükmünü gizliyorlardı.Bunların hepsinden
önemlisi Allah’ın gönderdiği
dinlerin en temel prensibi, olmazsa olmaz
şartı olan Tevhid
inancını gizleyerek, Allah’ı baba-oğul- ruh şeklinde tasavvur
ediyorlardı.Hz.Muhammed’in de okuma-yazma
bilmemesini ayrı bir fırsat
bilerek, bunların hiç birisini
bilemeyeceğini sanıyorlardı.
Gizlemelerinin sebebi ise; bildikleri emirleri
yerine getirmemeleri ve insanlar
tarafından emirlerin bilinmesi
ile kendi kötü
hallerinin açığa çıkacağından
çekiniyorlardı. [63]
Allah Resulünün
Hıristiyanları affetmesi konusunu
incelemeye çalıştığımız bu
kısımda, bütün bu anlatılanlardan
sonra nasıl bir
affın gerçekleştiğini somut bir
şekilde ifade etmek gerekirse; Hristiyanlar tarafından
fiili bir saldırı
söz konusu olmamakla beraber, bildikleri halde
Allah’ı ve Allah’ın Peygamberi olan Hz.Muhammed’i yalanlamalarının da bir çeşit
zulüm olması sebebiyle
affedilmeleri söz konusu olmaktadır. Yani, Allah Resulü, gerçeği bilen, bildikleri halde
gizleyen ve gerçeğe sırtlarını çevirerek
inkarcı olan özelde o zaman
dilimindeki Hıristiyanları, genelde tüm bu davranışı sergileyenleri İslam’a
çağırmak suretiyle affetmektedir.
Onların kötülükleri ve yanlışlıkları, kötülüklerin en
büyüğü olan şirk olduğu
halde, kendilerine hiç bir
zulüm ve baskı uygulanmadan
sadece davet edilmişler, böylece bağışlanmışlardır.
Bizim dikkatimizi
çeken ve üzerinde durulması
gereken şu hususu
burada belirtmem gerektiğine inanıyoruz.
Yahudiler’in Hz.Muhammed tarafından
affedilmeleri konusunu
aktarırken Yahudiler tarafından
Peygamberimize ve
arkadaşlarına karşı öldürmeye
teşebbüs,iftira ve fitne
çıkarma gibi saldırıların
olması söz konusu
edilmişti. Fakat
Hıristiyanlar için buna
benzer şeyleri İslam Tarihi
ve Hadis mecmualarında
görmemekteyiz. Necran
bölgesinde oturan Hıristiyanlarla olan
ilişkiler ile Habeş
Kralı olan ve Hıristiyanlık
dinine inanan Necaşi’nin
İslam’a ve Müslümanlara
karşı tutumu bunun
böyle olduğunu göstermektedir.
İnsanları uyarmakla
vazifeli olan Peygamber
ve O’nun getirdiği Kitap burada
nur olarak nitelendirilerek, “ Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık
bir kitap geldi ” denilmektedir.Eğer Nebi
Kur’ân ve İslam
ile gelmemiş olsaydı
ehl-i kitaptan ve
diğerlerinden hiç kimse
gerçeği , Allah’ın dinini bilemez
ve Tevrat ile
İncil’in eksik ve
bozulmuş yerlerini
anlayamazlardı. Böyle olunca
da cehalet karanlığı
ve küfür içinde
kalırlardı. Görmek için
gerekli olan şeyin nur
olduğunu, yani ışık olduğunu her akıl
sahibi bilmektedir.[64]
Kısaca
diyebiliriz ki; gerçeği görmek
isteyen gözlere yol
gösteren Allah’ın son Peygamberi
Hz.Muhammed’tir.
PEYGAMBERİMİZİN
MÜNAFIKLARA KARŞI AFFEDİCİ
TUTUMU
Medine’de Müslümanlar arasında çıkardığı fitne
ve kışkırtmaları ile ün bulan
Yahudi Abdullah b. Übeyy
. Selül’le ilgili şu
misal de çok ilginçtir.
“
Ensardan Salimoğulları’nın müttefiki
Sinan b.Vebre el- Cüheni ile
Cahcah b.Mesud el-Gifari kavga etmiş, Cahcah, Sinanı tokatlamıştı.bunun üzerine Sinan,” Yetişin Ey Ensar ! ” diye yardım
istemiş, Cahcah’da : “ Yetişin Ey
Kureyş ! Yetişin Kinane ! “ diyerek
Kureyş ve Kinaneyi yardıma
çağırmıştı. Bu sebeple Ensar’la
Muhacirler karşı karşıya
gelmiş, birbirlerine kılıçlarını
sıyırmışlardı. Resulullah, duruma
müdahale ederek, aralarındaki anlaşmazlığı
giderip ortalığı yatıştırmasaydı, neredeyse birbirleriyle
savaşacaklardı. Resul-i
Ekrem onlara şöyle demişti: “ Nedir bu
cahiliye halkının çığlığı !
Böyle çağırmayı bırakın, çünkü o bir fitnedir.” Onun
sayesinde fitne kısa surede
yatıştı. Münafıkların reisi olan
Abdullah b. Übeyy b. Selül, Resulullah’a
karşı kin besliyordu. Zira o Resulullah’ın Medine’ye
hicretinden önce orada reisliğe
hazırlanıyordu, hatta reislik
tacını giyerek efendilik
koltuğuna oturmasına az
kalmıştı. Bu kinini sakladı, Resulullah’a karşı nefsindeki bu
kini, İslam ve Müslümanları hoş
görmeme duygusunu açığa
vuruyor, muhacirlerin Medine’den sürülmesini
teklif ediyor ve Medine’de
durumun hicretten öncekine
dönmesi hususunda kavmini
kışkırtıyordu. Abdullah, Ensar’la
Muhacirler arasında çıkan
bu hadise üzerine şöyle demişti :
“ Bunu yaptılar ha! Kendi yurdumuzda
bize düşmanlık gösterdiler ve bizden
çok oldular. Vallahi Kureyş artıkları ile halimiz, tıpkı birini söylediği gibi besle
köpeğini yesin seni, misalidir. Bu sözler
Resulullah’a ulaştırılınca,
Hz.Ömer, Abdullah’ı öldürmek teklifinde
bulundu, fakat Peygamberimiz onu
men ederek , “ Bu nasıl olur
Ya Ömer?
O zaman halk, Muhammed ashabını
öldürüyor diye yaygara
koparırlar. ” buyurdu. ” [65]
İslam tarihi
ile ilgili kaynaklarda
ve hadis mecmualarında buna
benzer bir çok
örnekle karşılaşmamız mümkündür.
Öz bir şekilde
ifade etmeye çalışacak
olursak, Allah İslam’ı tebliğ ile
görevlendirdiği yüce Nebisi
Hz.Muhammed’e
İsrailoğullarının ihanet, hile,
tuzak ve
kötülüklerini affet, seninle harp
etmeyip zarar vermeyenlerine de
aldırış etme. Çünkü Allah
iyi davrananları sever, diyerek sesleniyordu.
[66]
Hz.Muhammed döneminde
de İsrailoğullarının benzer
davranışlarının devam ettiği,
fakat buna rağmen
Allah Resulünün onların can,mal ve
din hürriyetlerini teminat
altına alarak Medine’de
savaşmamak ve saldırmamak
konusunda anlaşma imzaladığı, onların ise bu
anlaşmayı bozarak çeşitli
entrikalar planladıkları bilinmektedir.Medine’de Beni Kaynuka, Beni Nadir
ve Beni Kurayza adlarında
Yahudi kabileleri bulunuyordu. Bunlardan Beni
Kaynuka ilk olarak anlaşmayı
bozup, açıktan Peygamberimize harp
ilan edenlerdi. Yenildiler ve
susturuldular. Bu arada Yahudi olup, Müslüman olduğunu
söyleyen münafıkların reisi
Abdullah b. Übeyy bağışlandı.
İşte bu
af ve vazgeçmedir. Yine, Beni Nadir
de anlaşmayı bozdu. Hz.Muhammed’i öldürmeye kalkıştılar. Allah Resulü barışı seçti ve
onlara on gün
içinde Medine’yi terk
etmelerini emretti. Onlar günlerce
kalarak savaşa hazırlık
yaptılar. Allah Resulü üzerlerine yürüdü ve
onlar kalelerine çekildiler. Sonunda savunmaya
güçleri kalmayınca çıkmaya razı
oldular. Resulullah’ın
hepsini yok etmeye
gücü yettiği halde , onları Medine’den
bütün eşyaları ile silahsız
olarak çıkmalarını istedi. Onlar
da Hayber denilen yere
çekildiler. İşte bütün bunlarda
af ve vazgeçmedir.[67]
Af yolunu tavsiye eden ve bunu bizzat
hayatında tatbik eden
Hz.Peygamber Efendimiz’in
gayesi ne idi, niçin bu
yolu tercih ediyordu
acaba ?
“Af yolunu
seçip, ihsan sergilemek, en
azılı düşmanları bile
sıcak dostlar haline getirebilir. Düşmanlığı kırıp, acıyı
tatlıya, öfke ve kini kucaklaşma ve sevgiye dönüştürmek
sabır, af ve ihsan yolunu
seçenlerin
gerçekleştirecekleri
mutluluktur. ” [68]
Peygamberimizin en
güzel ahlak üzere
olduğu, bunun neticesi olarak ta
kendisine karşı yapılan
zulüm ve kötülükleri
affetme yolunu seçtiği bir
gerçektir. Çünkü
Peygamberimiz öncelikle Allah
tarafından terbiye edilmiş ve
tüm insanlara kıyamete kadar en güzel
bir örnek olarak
takdim edilmiştir.
Peygambere emredilen
affetme ve aldırış etmeme emri
sadece üstün ahlak
sahibi kimseler için mi, yoksa herkes
için mi geçerli
olacaktır ?
Bu ayetlerle
anlatılanlara baktığımızda,
affetme ve aldırış
etmeme emri öncelikle
üstün ahlak sahibi olan
kimselerin yolu olmalıdır. Çünkü mutlak
emir ( Bu ayette gelen emir
fiil mutlak emir
formunda gelmiştir.) esasen ne
genellik belirtir, ne de tekrarı
ifade eder. Şu halde söylenenlerin özeti; geçmişi affet, gelecekte de her hainliği cezalandırma taraftarı
olma demek olur.[69]
Dünyaya geldiği
Mekke’de ve ömrünün
kısa bir bölümünü geçirdiği Medine’de
kendi yaşantısıyla kusursuz
ahlak modeli sunan, bu
geçici dünyayı terk
etmesiyle de kıyamete
kadar model olmaya
devam edecek olan Resulullah
bizzat Kur’ân’ı , başka bir
ifadeyle anlatmak gerekirse
Allah’a ve ahiret
gününe iman etmeyi
insanlara sunarak üstün
ahlakî öğretiler gerçekleştirmiştir.
Bu ahlaki
öğretilerden birisi de hiç
kuşkusuz , Resulullah’ın inkarcılara,
ehl-i kitaba ve Müminlere
karşı gösterdiği hoşgörülü
davranışı, yani affedici olmasıdır. Biz bu
bölümde fazla ayrıntılara girmeden,
Kur’ân aydınlığında Peygamberimizin affedici
olmasını inceledik. O’nun İslam
dinini tebliğdeki başarısının
ve tüm dünyada eşsiz
bir insan olarak tanınmasının
altında yatan hikmetin
diğer güzel özellikleri yanında, özellikle affeden
bir ahlaka sahip olmasında
olduğu kanaatine böylece
ulaşmış olduk.
Öz bir
ifadeyle söylemek gerekirse;
bundan sonra ki
devir ve durumlarda
davasında başarılı olmak, kıyamete kadar güzel
insan olarak bilinmek, kendisine,
topluma karşı sorumluluk
duyan ve huzurlu bir dünyada
yaşamak isteyen her
kes için anlatılanların değerlendirilmesi mutlaka
gereklidir, diyoruz.
[1] 9 Tevbe 28.
[3] 6 En’âm 130
[4] 7 A’râf 35
[5] 16 Nahl 36
[6] 14 İbrahim
11
[7] 33 Ahzâb 40
[8] 34 Sebe’ 28
[9] 21 Enbiyâ 107
[10] 17 İsrâ 93
[11] 21 Enbiyâ 109
[12] 12 Yusuf 104
[13] 68 Kalem 4
[14] Suat Yıldırım, Kur’anda Uluhiyyet, İstanbul
1987,1-22.
[15] 14 İbrahim
11; 11 Hud 31.
[16] 40 Mü’min 78
[17] 31 Lokman
13
[18] 6 En’am
82
[19] 43 Zuhruf
22-23.
[20] 14 İbrahim 44
[21] 33 Ahzâb 21
[22] 29 Kalem
2
[23] Aflazur Rahman, Siret Ansiklopedisi, İstanbul
1996, I,52-55.
[24] 3 Ali İmrân 159.
[25] 3 Ali
İmrân 152-158.
[26] M.Asım Köksal, İslam Tarihi, III, 174.
[27]
Müslim, İmân, 346, (202).
[28] İbn Kesîr, Tefsiru’l
Kur’âni’l azîm, IV,151; Kurtubî,,el- Câmi’ li ahkâmi’l Kur’ân, IV, 249 ;Taberî, Câmiu’l-
Beyân, IV,152; Şevkanî, Fethu’l- kadir, I, 476.
[29] Kâdî İyâz, Şerhu Şifâ
li Kâdî Iyâz, Beyrut ty, 295-298.
[30] Reşid Rızâ., Menâr , IV, 198-199 ;
Konyalı Vehbi Efendi, Hulasatü’l- Beyân, II, 766 ;
Süleyman .Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş
Tefsiri, II, 125.
[31] Buhârî, Rikâk 26,
Enbiyâ 40; Müslim, Fezâil 17, (2284)
[32] 94 İnşirah 1-3.
[33] Adil Çitçi, Fazlurrahman ile İslamı
Yeniden Düşünmek, Ankara 2000, 179,200,231.
[34] 7 A’râf 199.
[35] 7 A’râf 197-198.
[36] Taberî, Câmiu’l-
Beyân, IX,153-155.
[37] 26 Şuârâ 214-216.
[38] H. İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, I,107-109.
[39] M.Asım Köksal, İslam
Tarihi,Hz.Muhammed ve İslamiyet, İstanbul
1981, IV, 64-65.
[40] Kurtubî, Câmiu’l-
Beyân, VII, 344-346.
[41] İbn Kesîr, Tefsiru’l- Kur’âni’l-azîm, II,
348,349.
[42] Şevkanî, Fethu’l Kadîr, II, 294.
[43] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, ( trc: Salih Tuğ ) İstanbul 1980,I, 267-268.
[44]İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye,
Abdülmelik b. Hişâm, (thk: Muhammed Ali
Kutup, Muhammed ed-Deli Balta) , Beyrut 1995, IV,55; Muhammed
Asîrî, er-Rahmetü fi’l Kur’ân, Riyad 1992, 259.
[45] a.g.e.
[46] Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 268-269.
[47] Bağâvî,
Meâlîmu’t-tenzîl, II,634.
[48] Seyyid Kutub,Fî
Zilâl, III, 1419 .
[49] 4 Nisâ 171.
[50] 4 Nisâ 153.
[51] 5 Mâide 18,19.
[52] Hamidullah, İslam Peygamberi, I , 552,553.
[53] A.g.e., 617.
[54] 5 Mâide 13.
[55] İbn Kesîr,Tefsiru’l Kur’âni’l- azîm,II, 34
;Taberî, Câmiu’l-Beyân,VI, 158.
[56] 2 Bakara
62.
[57] Hamidullah, İslam Peygamberi, I , 584-585.
[58] Buharî, İsti’zân,
22 ( 6256 ); Müslim, Edeb, 9.
[59] 5 Mâide
17.
[60] 61 Saf 6.
[61] 4 Nisâ 157,158.
[62] 5 Mâide 14,15.
[63] İbn Kesîr,Tefsiru’l-
Kur’âni’l azîm,II, 34,35; Taberî,Câmiu’l-
Beyân,VI,1612;Reşid Rızâ, Menâr,VI,303,304 ; Seyyid Kutub,Fî Zilâl,.II,861 ;Elmalı,
Hak Dini,III,189-193.
[64] Reşid Rızâ, Menâr,VI, 304.
[65] H.İbrahim Hasan, İslam Tarihi, I, 166.
[66] Hâzin,
Lubâbu’t-te’vil, II, 237;Konyalı
Vehbi Efendi,Hülasatü’l-beyân,
III, 1171-1175; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın
Çağdaş Tefsiri, II,491.
[67] Reşid Rızâ, Menâr,VI, 280-287.
[68] Y.Nuri Öztürk, Kur’ânın Temel
Kavramları,İstanbul 1994, 28.
[69] Elmalı, Hak Dini, III, 185.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder